Kırmızı Paltolu Kızlar

Posted by her boku bilen adam | Posted in , , | Posted on 14:10

9




Steven Spielberg'in 1993 yapımı filmi Schindler'in Listesi her zaman favori filmlerim arasında yer almıştır.Film,o zamana kadar yapılan pek çok savaş filminden daha çok etkiler izleyiciyi.Gerek yönetmenin ustalığı gerekse seyirciyi savaşın içine sokan atmosferi ile çağımızın klasikleri arasındadır.

Filmin bu denli başarılı olmasında,Spielberg'in II.Dünya Savaşı'nda yaşanan Yahudi Soykırımı'ndan bir kesit sunduğu filminin merkezine bir Alman'ı oturtması,hatta kahraman ikonuna çevirmesi,filmi tarafsız gözle çekmesinin de kuşkusuz payı büyüktür.

Oscar Schindler adlı Alman bir iş adamının,sadece Yahudi oldukları için insanlık dışı uygulamalara tabi tutulan insanları kurtarma çabasını en gerçekçi hali ile bizlere sunan film,bana göre bir soykırım sömürüsüne dönüşebilecek bir yapıya sahipken,usta yönetmenin elinde adeta bir başyapıta dönüşmüştür.Bunda özellikle Oscar Schindler rolündeki Liam Neeson,psikopat Nazi subayı Amon Goeth rolünde Ralph Fiennes'in harika oyunculukları ve büyük usta John Williams'ın yukarıya da eklediğim harika müziklerinin de payı büyük kuşkusuz.Hatta bunlara filmin mükemmel afişini de eklemekte fayda var.


Kırmızı Paltolu Kız

Tamamı siyah beyaz olan filmde küçük bir kız çocuğu kırmızı paltosu ile bir çok sahnede göze çarpar.Spielberg'in dahi kafasından çıkan bu vurucu ayrıntı,filme bambaşka bir hava katar.


Bizlerin izleyici olarak,iyi niyetle izlesek dahi,"kalabalık" olarak gördüğü topluluktaki bir kız çocuğunu,siyah beyaz bir filmde kıpkırmızı paltosuyla gözümüze sokar Spielberg.O kız çocuğu film boyunca bazen sokakta olayları anlamaz bir şekilde dolaşır,yeri gelir bir yatağın altına saklanır,yeri gelir bir el arabasında görünür..
Kırmızı Paltolu Kız;Vito Corleone,Tyler Durden,Şarlo ve daha sayabileceğimiz onlarca önemli film karakteri içinde bana göre gelmiş geçmiş en önemli sinema ikonudur.Hem de hiç rol kesmez,ağzından en ufak bir söz bile çıkmaz.Hatta saysanız belki 2 dakikadan bile az görünür beyaz perdede.Ama o kız defalarca anlatılmaya çalışılmış,üzerine kitaplar yazılmış,filmler çekilmiş,şarkılar söylenmiş "Savaş"ın nasıl bir şey olduğunu anlatır bizlere.


Kırmızı Paltolu Kız'ın ve pek çok arkadaşının,annesinin,babasının içinde bulunduğu Yahudi halkı, bundan yaklaşık 70 yıl önce yaşanan ve 6 yıl süren II.Dünya Savaşı boyunca,hiç bir insanın tarih boyunca görmediği bir zulümle karşı karşıya kaldı.Günümüzde gerek Yahudi halkı gerekse diğer insanlar hala o günlerin izini taşıyor.

İnsanların sırf etnik kökenleri ya da özürleri yüzünden hiç suçları olmadığı halde maruz kaldıkları bu eylem,tüm insanlığa ders olması gerekirken,daha iki gün önce Filistin'de 300'ün üzerinde insan öldürüldü.Hem de bir yahudi devleti olan İsrail tarafından.

Daha 70 sene önce çocukları öldürülen insanların torunları,bugün o lanetledikleri Nazi subaylarından farksız,evlere bomba atıyor;belki paltosu bile olmayan çocukların ölümüne sebep olabiliyor.Hem de bunu Nazi zulmüne son veren(!) Amerika'yı arkalarına alarak yapıyorlar.


Mavi Kazaklı Çocuk

Bugün Filistin'de öldürülen çocuklar büyük ihtimalle Schindler'in Listesi'ni izlemeden öldüler.Hatta onlar belki de kısa hayatlarında hiç film izlemediler.Ama o çocuklar bundan 70 sene öncesindeki masum çocuklar gibi büyüklerin kendi aralarında oynadığı aptal bir oyunun kurbanı oldular.

Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Filistinli çocuk ise yıllar sonra hatırlanmayacak bile.Ve biz bu mavi kazaklı çocuğu bir filmde de göremeyeceğiz büyük ihtimalle."Mavi kazaklı çocuğu gördün mü ağbi,ne ayrıntı ama;adam büyük yönetmen usta" diye yazılar da yazamayacağız.Yeri gelecek biz de hatırlamayacağız bu çocuğu.

Kölelikten kurtulalı yıllar geçmesine rağmen,günümüzde hala insanlara değer biçiliyor.Bugün Filistin'de,Irak'da öldürülen insanlar,İkiz Kulelere yapılan saldırıda ölen insanlardan binlerce kat fazla iken,bu olayların yankısı 11 Eylül'ün yankısının yanında devede üzengi kemiği kalıyor.


İnsanoğlunun artık bir şeyler yapması lazım.Gezegen bile bizi uyarırken,sular tükenir,hayvanlar ölürken,soykırıma uğrayanlar soykırım yapmaya çalışırken,gerçek insanlar artık bir şeyler yapmalı.

Artık isabet bile etmeyen bir ayakkabıdan duyulan hazdan daha fazlasına ihtiyacımız var.

*Belki klişe şeylerden bahsetmiş,yıllarca söylenenlerden farklı bir şey söylememiş olabilirim;ama bu konu hakkında bir şeyler yazmak istedim ve bunlar çıktı.

Yani

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 14:46

4

Dünden beri takıldı yine aklıma.Sözleriyle melodisiyle harika bir şarkıdır "Yani".
Emre Altuğ söylemişti ilk albümünde.Hakkını verelim güzel de söylemişti.Aslen bir Fırat Tanış bestesi.Aktör Fırat Tanış.Dizilerde görmüşsünüzdür hani sakallı bir çocuk.
Yeditepe İstanbul'u izlerken Önem'in düğününde söylemişti.Orada farketmiştim o Fırat Tanış'ın bu Fırat Tanış olduğunu.
Kendi sesinden dinleyin.



Geçtiğimiz yolları arıyor gözüm yine
Sanırım şehir uzakta kalıyor
Ellerimi uzatsam tutmak isterim günü
Ama güneş her gece tepemde doğuyor

Yani olmuyor, olmuyor istesem de
Kimse gelmiyor, beklesem de
Yani olmuyor, olmuyor istesem de
Kimse gelmiyor

Yaz kokusu duyardım kışın ortasında bile
Uzun cümleler kurardım konuşurken
Eski filmlerde kaldı böyle sözler deniyor
Ama şimdi filmler bile eskimiyor

Requiem for A Dream vs. The Fountain

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 20:13

12

Son 10 yılın en önemli yönetmenlerinden biri Darren Aronofsky.Henüz 29 yaşında yazıp yönettiği "Pi" ve ondan sadece iki yıl sonra yine senaryosu kendisine ait olan ve günümüzün klasikleri arasındaki yerini almış olan "Requiem for a Dream" ile şimdiden efsane olmuş bir adam.
Aronofksy'nin özellikle "Requiem for a Dream" ile tavan yapan ve kendisini en saygın yönetmenler arasına katan şeylerden en önemlisi kuşkusuz,kendi sinema dilini yaratmasıydı.Günümüzde pek popüler bir kavram bu.Malum,yönetmenler neredeyse birbirinin kopyası işler yapmaya başlayınca bu sinema dili kavramı da kaliteli yönetmenlerin,özgün işleriyle ön plana çıkmalarını sağlıyor.

Sinefil olarak adlandırılan,aralarına nacizane kendimi de kattığım seyirci kitlesine;filmin adını sanını duymasa da,bir sahnesini görerek bu film bir Tim Burton,Kubrick,Almodovar filmi diyebildiği gibi "Bu bir Aronofsky filmi" dedirtebilecek kadar kendini ispatlamış bir yönetmen.Ve bunu sadece iki filmle yapabilmiş biri.
Aronofsky'nin sinema dilini bize en iyi anlatan film kuşkusuz "Requiem for A Dream".Filmde yarattığı o kapkara havayı sanki içimize çekmiş gibiydik.Pek çok seyircinin filmden ağlayarak çıkması(yarısında değil sonunda),günümüz sinemasında,özellikle de uyuşturucu gibi,seyircinin kendisi ile bağdaştırmadığı bir konuda,üzerinden kalkması gerçekten çok zor bir işti.Ama buna rağmen genç yönetmen,Requiem'de seyirciyi filmin içindeki bir üçüncü göze çevirmeyi başarmış ve izleyenlerin adeta filmin içinde nefessiz kalmasına neden olmuştu.

Aronofsky Bunu Bize Niye Yaptı

Film öylesine rahatsız edici bir atmosfere sahipti ki filmle ilgili okuduğum bir yazının başlığı "Aranofsky bunu bize niye yaptı" idi.Filmi öven bir yazının başlığıydı hem de bu.Filmden rahatsız olanların da yaptıkları"iğrenç film,bunaldım,nefessiz kaldım" gibi ayağı yere basmayan eleştirilere aslında bir bakıma "filmin amacı zaten bu idi" diyen bir başlık.


Filmin başarılı olmasının kıstası zaten seyricinin ne kadar rahatsız olacağı ile doğru orantılıydı.Zira film gerek senaryosu,gerek de özgün çekim tekniği ve kurgusuyla seyirciyi filmin içine sokup onu boğmayı,nefessiz bırakmayı amaçlıyordu.
Filmde seyirciye anlatılan sadece kokain,eroin gibi drugs olarak adlandırılan uyuşturucular değil sex,televizyon,yemekler,para gibi daha da çeşitlendirebileceğimiz günümüzün insanlarını uyuşturan pek çok madde ve eylemin varlığı idi.Ve filmi beğenenler de beğenmeyenler de bundan hayli rahatsız oldular.Zira bu film günümüz insanının yüzleşmekten korktuğu pek çok zayıflığını,onun gözüne sokuyordu.Bunu yaparken de en karanlık yoldan yapıyordu Aranofsky.Üzerine bir de oyuncuların muhteşem performansları ve Kronos Quartet'in ülkemizde de her haber bülteninde kötü bir haber olduğu zaman kullanılan müzikleri de eklenince,film 10 üzerinden 10'luk bir filme dönüşüyordu.

Aronofsky sineması öyle kara bir yoldan gidiyordu ki;yeni Batman serisi başlarken proje ona emanet edilmiş,fakat prodüktörler onun senaryosunu haddinden fazla karanlık buldukları için anlaşmayı iptal etmiş ve projeyi Christopher Nolan'a vermişlerdi.
Düşünün bu yılın pek çok kişi tarafından bir hayli karamsar bulunan gişe rekortmeni filmi "the Dark Knight" bile Aranofksy'nin Gotham City'sinin aydınlatılmış hali.Kimbilir Heath Ledger'ın Joker'i onun ellerinde nasıl olacaktı.

İşte bu Aranofsky'nin,günümüzün bu dahi yönetmeninin bir aşk hikayesi anlatması nasıl olurdu kim bilir.The Fountain ile ilgili haberler ilk çıktığında sene 2002 idi.Artık markalaşan ve düşük bütçe ile çektiği iki harika filmin ardından büyük stüdyoların kucak açtığı bir yönetmendi.İlk iş olarak Brad Pitt,Cate Blanchett gibi oyuncularla çalışma şansına erişmişti.Zira filmin açıklanan ilk oyuncu kadrosunda bu isimler vardı.Hatta belki hatırlarsınız Brad Pitt aylarca sakal uzatmıştı bu film için.Artık Brad Pitt'i bile Usame Bin Laden kılığına sokan bir güce sahip olan Aranofsky stüdyonun "iş yapmaz bu film" diye diretmelerine bile karşı çıkıyordu.Derken Brad Pitt ayrıldı projeden.Artık beklemekten sakalı kaşındırdığı için mi,senaryoya güvenmediği için mi orasını bilemiyoruz.Sonra Cate Blanchett de gitti elden.

Ve nihayet Hugh Jackman ve gerçek hayatta eşi olan Rachel Weisz ile start aldı proje.Yanlarına da Requiem for A Dream filminde döktüren (Requiem'deki anne) usta oyuncu Ellen Burstyn de eklenmişti.Çekimleri tamamlanan film 2006'da vizyona girdi sonunda.

Proje yıllarca üzerinde çalışılan bir işe dönüşünce,ilk yayınlanan fragmanlar,resimler de harika bir görselliğe sahip olunca seyirci iyice sabırsızlandı.Böyle bir görsellik üzerine Aranofsky'nin potansiyeli eklenince beklentiler tavan yapmıştı.

The Fountain - İki Bin Yılın Sevgilisi

Şahsım adına,hayatımda izlediğim en büyük hayal kırıklığı filmlerden biri The Fountain.Filmde anlatılan aşk öyküsü iki saatlik bir eziyet bana göre.Aranosfky sanki "ulan o kadar adımız çıktı ne yapalım çekelim bari" demiş.Bana göre onun da içine sinmemiş bir film bu.Rachel Weisz'in oynadığı Izzi karakteri yazdığı kitabın sonunu "sen tamamlasana" diyor sevdiceğine.Sanki yönetmen "bir öykümüz var çıkış noktamız var ama biz bunu bağlayamıyoruz" demeye getirmiş bu sahneyle.Filmi sonuna kadar izleyince de hakikaten keşke tamamlanmasaymış dedim ben.

Filmin zayıf kalan senaryosunu üst düzey görsellikle kapatmaya çalışsa da bu görsellik de filmi kurtarmaya yetmiyor.Üstüne bir de Hugh Jackman'ın boktan oyunculuğu eklenince...
Bir Adem-Havva hikayesi mi anlatalım,yoksa bir bilim kurgu mu çekelim,ya da sürreal bir varoluş hikayesi mi anlatayım sorusuna hepsini karıştırayım belki ortaya bir şey çıkar diye cevap veriyor film.Ve haliyle bunu eline gözüne bulaştırıyor.
Filmin aşk hikayesi kısmı 3 ayrı zamanda geçiyor.16.yüzyıl İspanya'sı,2006 yılı ve gelecekte.
Açıkcası film bu yönüyle Serdar Gökhan ve Hülya Koçyiğit'in oynadığı televizyonda da ara ara oynayan "İki Bin Yılın Sevgilisi" adlı enteresan Türk filmini anımsattı bana.O film de 3 ayrı zamanda geçiyor ve sevgililer 3 ayrı zaman diliminde birbirleriyle kavuşmaya çalışıyordu.İzlediğim zaman komik gelen bir filmdi bana.Her ne kadar zamanın şartları gereği iyi niyetle yapılmaya çalışılmış olsa da absürt olmaktan öteye gidemeyen bir filmdi.

Ve malesef The Fountain'i izlerken de "İki Bin yılın Sevgilisi" adlı filmden pek de farklı olduğunu düşünmedim.

Yapma Rüştü !!!

Aranofsky malesef bir kere daha sordurtmuştu kendisini izleyenlere "Bunu bize niye yaptı" diye.Ama bu sefer pek olumlu anlamda değildi bu soru.
Bir bakıma da Aranofsky'nin aslında düşük bütçe ile daha iyi film yapabildiğini gösterdi bu deneyim bize..Requiem de Pi de gayet mütevazi bir bütçe ile çekilen muazzam filmlerken,the Fountain ise sosu bol olan tatsız bir yemekten öteye geçemiyordu.

Yeni filmi "the Wrestler"in fragmanını görünce de sanki bu tez doğrulanmış gibi geldi.Daha filmi izlemedim;ama düşük bütçeli ve kaliteli bir film olduğu fragmanından belliydi.
Umarım yine "bir Aranofsky filmi izledim" diyebileceğimiz bir film olur.

*Ben de yazıyı,sanki devamı varmış gibi sonlandırıyorum.Sorun kendinize "HBBA bize bunu niye yaptı"

5000 > 81

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 17:57

7


İki gün önce oynanan San Antonio - Phoenix Suns maçında 7 serbest atış kaçıran Shaquille O'Neal böylece 5000 serbest atış kaçırarak,NBA tarihinin Wilt Chamberlein'den sonra en çok serbest atış kaçıran ikinci oyuncusu ünvanını elde etti.
Wilt Chamberlein'in bir maçta 100 sayı atma rekoruna da 2006 yılında Kobe Bryant bir maçta 81 sayı atarak yaklaşmış ve bu alanda ikinci sıraya yerleşmişti.
Açıkçası ben ve benim gibi düşünen pek çok insan için Shaq'ın rekoru daha anlamlı.Zira,bana göre dünyanın en sempatik insanı Shaq'ın bu başarısız istatistiği gelmiş geçmiş en antipatik(Wayne Rooney ve Christiano Ronaldo ile beraber) sporcu olan Kobe'nin 81 sayılık başarısına göre çok ama çok daha kayda değer bir olay.


Wilt Chamberlein,Michael Jordan,Magic Johnson,Kareem Abdul-Jaber gibi basketbol efsanelerini,efsane yapan en önemli özellikleri elde ettikleri pek çok harika rekorun,istatistiğin yanında bir o kadar da alçakgönüllü,sevimli ve içten olmalarıydı.Onlar her zaman bireyin değil takımın önemini savunan insanlardı.Bunu bizde maçtan sonra "önemli olan takımın başarısı" diye açıklama yapan ama maçta sadece kendine oynayan kişiliksiz futbolcular gibi değil,gerçekten hem sahada,hem dışarda tavır ve duruşlarıyla gösterirlerdi.


İşte Shaq da oldum olası bana o eski alçakgönüllü yıldız ruhunu yaşatan adamlardan biri olarak gelir.Sadece All-Star maçlarındaki dansları,şovları,Steve Nash'in(Fulya kulakların çınlasın) önünde oyun kurması gibi seyirciyi coşturan sempatik tavırları ile değil,çok büyük payı olan maçlarda,şampiyonluklarda bile önce takım arkadaşlarına sarılması bile bu adamın nasıl bir ruha
sahip oldugunu gösterir.

Oysa Kobe'ye baktıgımızda ise kendini durmadan Michael Jordan ile kıyaslayan,Shaq ile kazanılan şampiyonluklarda bile süper egosuna yenilip kendini takımın yıldızı ilan eden,hatta geçen yıl Jordan'ın numarası olan 23'e gönderme yaparcasına,8 olan forma numarasını 24'e çeviren bir adam.


Belki de gerçekten Kobe gelmiş geçmiş en büyük oyuncudur.Belki de Michael Jordan'ı ve Chamberlein'i katlayan başarılara da imza atar;ama benim için Kobe'nin 81.sayısını attığındaki "cool" hareketleri değil,Shaq'ın 5000.serbest atışını kaçırdıgındaki gülümseyişi kalbimde yer alacak

Emolarını Emolarını Allah Versin Belalarını

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 19:07

38

Şu hayatta korktuğum 2 tip insan vardı yakın zamana kadar. Marilyn Manson ve Palyaço kılıgına girmiş herhangi biri.


Ama artık 3 oldu bu sayı. Emo denen tipler de eklendi bunlara. Yolda otobüste nerde görürsem göreyim acayip derecede tırsıyorum bu çocuklardan. Yani nedir o tipler allahaşkına sevgili herbokubilenadam okuyucuları(bir kitlemiz var artık ama değil mi)


Aslında olayın özü; kuşaklar arasında her zaman var olmuş olan "ulan bizim zamanımızda böyle züppelikler yoktu" gibi bir söylemden mi kaynaklanıyor bilmiyorum. Zamanında bizim kuşak da metalci, rockçu, popçu diye tiplere bölünmüştü. Bize de "züppe lan bunlar" diyordu büyüklerimiz haliyle. Sırf bu yüzden gittim araştırdım dedim nedir bu çocukların olayı diye.

Ve tüm bu araştırmalar sonunda anladım ki : Bu çocukları eşşek sudan gelinceye kadar dövmek lazım efendim.

Bunların bir felsefeleri hayata karşı bir duruşları falan yok sevgili dostlar. Bildiğin eşşek bunlar. Islatıp ıslatıp dövmek gereken eşşekler.

Bakın Emo Kültürü(!) neymiş onların dilinden açıklıyorum :

Emo Kültürü


1. Yaşları 14-20 arasında.
2. En önemli kural saçlar. Saçlar tek gözü kapatacak şekilde öne doğru taranmalı ve spreylenmeli. Kısa saçlı veya kel bir emo olamaz.
3. Dar pantolon giyilmeli. Damalı olanları makbul.
4. Ayakkabılar Vans veya Converse olmalı.
5. Gözler koyu renk far sürerek boyanmalı. Mor ve kırmızıya yakın farlar da aynı puslu bakışı vermek için ideal.
6. Soluk benizliler emo'luk konusunda daha şanslı.
7. Renkli oje sürülmeli.
8. Hüzünlü ve dertli bir intiba uyandırmak gerek. Her an ağlayacakmış gibi bir bakış da cabası.
9. İyi bir emo, zayıf olur. Öyle hassastır ki, yemez içmez. Aralarında hiç et yemeyen de var.
10. Yere, kaldırıma oturulur.



Bergen Söylüyor : Giden Gençliğim


Şimdi efendim yönetmelik bunlar. Tek tek değerlendirmek gerekirse; öncelikle bizden geçmiş onu anladım.
Zira Madde 1 diyor ki : 20 yaş üstü Emo olamaz. Saçlar tek gözü kapayacakmış. Burdan yola çıkarak "Acıların Kadını Bergen"in sağlam bir Emo oldugunu söyleyebiliriz.


Giyim kuşamda ise belli bir markaya bağlıyız onun dışına çıkamıyoruz. Yere oturma konusunda belki yakalayabiliriz, zira kendim sık sık ishal olan bir bünyeye sahibim.

En çok takıldığım nokta ise hakikaten benim sokakta gördüğüm tiplerde fazlasıyla mevcut olan Küçük Emrah duruşu. Hatta bir röportaj da okudum bu konuyla ilgili. Ülkemizin Emolarından Aybüke Ö. adlı gencimiz Sabah Gazetesine şöyle bir açıklama yapmış bakın :

"Ben bir emo'yum. Emo duygusaldır, hep ağlayandır. Ben de hep ağlarım. Çünkü sorunlar olur. Cibali Lisesi'nde okuyorum. Tarzımı yansıtmak için saçlarımı böyle tarıyorum. Punk var, gotik var, rock var... Emo'lar da kendini farklı kılmak için böyle yapıyor."

Efendim izninizle "hay tarzına sıçayım Aybükecim" diyorum kendimi tutamayarak. Bir de aynı röportajda şöyle buyurmuş Aybüke Hanım kızımız "Ne zaman otobüse binsem yan koltuğum boş kalır, kimse oturmak istemez,yolda yürürken garip garip bakıyorlar, laf atıyorlar, sirkte mi çalışıyorsun diyen bile var," diye yakınıyor.

E tamam işte Aybüke. Sen devamlı ağlamak hüzünlü görünmek istemiyor muydun evladım. Toplum ilk defa bir akımı anlamış demek ki. Size kötü davranarak yardımcı oluyorlar işte daha ne istiyorsun Aybüke. Rockçu kitleye kafa sallamak gibi bir şey bu işte.

İşin şaka kısmı bir yana bu insanları gördükçe kendi kendime ulan ben mi bambaşka bir yerde yaşıyorum diye sormadan edemiyorum..



I Love You Fifty

En son geçen hafta 50 Cent'in Acun'un Kutucular yarışmasına çıktıgında bu hisse kapılmıştım. Stüdyoya toplanmış kendini zenci ve rapçi sanan bir topluluk. 50 Cent'in içinde "motherfucker,fuck,fuck,fuck,lick my lolipop,fuck fuck,motherfucker" sözlerine ezbere bir şekilde eşlik eden ve 10 dakkada bir "fiftiiii seeentt,fifttiiii sentt ve ay lav yuu fiftiii" diye bağıran tipler. "Benim lolipopumu yala" diyen şarkı söyleyen adamın ağzına giren kızlar...enteresan tabi.

Ayrıca "I love you fifty" ne lan ?

Bari herifin gerçek adını söyleyerek bağırın.

Şimdi bu aynı kızlar İsmail YK'nın "şappur şuppur beni yut" diye şarkısını duyunca da "ayyy kro yaa" diye yüzünü ekşiten tipler. Ama aynı şeyi aslında RAP müziğin çıkış noktasıyla alakası olmayan ve tek amacı zengin ol hatun kaldır felsefesi olan, şarkılarında da sadece "aldım kızları Jonathangile gittik,mına soktugumun kokainini çektik,zaten bende para bok" diyen bildiğin Amerikan krosu FİFTİ'ye sanki dünya dışı varlıkmış gibi tapıyor.


Şimdi bu Emolar ve zenci gibi giyinip onlar gibi konusan onlar gibi sarki soyleyen cocuklar evlerine gidince ayakkabılarını(emolar için konuşursak converse ve vans) çıkarıp iceri girmiyor mu, tabaklarının kenarını ekmekle sıyırmıyor mu, dolmuşta "müsait bir yerde inebilir miyim" demiyor mu ?

"Zevkler ve renkler tartışılmaz tarz meselesi" diyenle de "sabaha kadar bu konuyu gayet medeni bir şekilde tartışır derdimi anlatırım" diyeceğimi sanıyorsanız direk kaçın size de dalarım kafa göz.
Dayımın bir lafı vardı onu söylemeden geçemiycem,küçükken komik geliyordu bana ama büyüdükçe hani insan anlar ya büyüklerin sözlerinin anlamını bana da öyle geliyor şimdi demek ki.
"Ulan götüme kaş göz çizsem bunlardan güzel olur be"

Nescafe İkisi Bir Arada


Bu arada ikisinin karışımı nasıl olur diye merak etttim ve karşıma sağdaki ağbi çıktı.

Beterin beteri varmış diyorum efendim.

İkisi bir arada tam felaket.

*Genel çizginin dışında kaba bir yazı olmuş olabilir;ama gayet samimi yazılmış bir yazı olarak değerlendirin.Ayrıca dayım kaba bir insandır ben ne yapayım.

Yemek Sepeti Reklamları

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 14:39

3

Genel olarak evde oturup dizi izleyen miskin gençliği hedef almış,oldukça başarılı,hedef kitlesini gerçekten iyi tanıyan ve aralarında Kristal Elma'nın da bulunduğu ödüller almış yemeksepeti.com reklamları.




House (en çok sevdiğim)



"Kronik açlıkların tedavisinde"


















Lost

"Yemek zamanı geldi"


















Prison Break


"Nerede olursanız olun"













Battlestar Galactica


Prison Break ile aynı "Nerede olursanız olun"


















Bu da futbol temalı olanı.Puyol'u dürüm ayranla
görmek gözlerimi yaşarttı.

Slogan : "Açken gözünü başka bir şey görmüyor mu"

The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 18:56

4

Türkçeye tam olarak çevirirsek filmin adı : "Korkak Robert Ford'un Jesse James Suikasti"
Geçtiğimiz yılın bana göre haksızlığa uğrayan filmlerinden biri Jasse James.Sanırım,daha ismi ile bu kadar uzun ve ağır bir westerni kaldıramadı seyirci ve film hem gişede hem de eleştirilerde pek olumlu karşılanmadı.



Film seyirciyi yoran ağır temposuna,biyografinin getirdiği sınırlara ve daha adından belli sonuna rağmen;anlattığı hikayenin altından başarıyla kalkıyor.Hatta bana kalırsa bu filmi western,biyografi gibi etiketlemek çok büyük haksızlık.
Kısa bir mesafedeki,oldukça uzun süren bir yol hikayesi bu.Hem gerçek,hem de mecaz anlamda bir yol hikayesi..

Jasse James rolünde Brad Pitt harikalar yaratıyor desek abartmış olmayız.Bu arada şimdi farkettim ki blog başladıgından beri üzerine yazı yazdıgım nerdeyse her filmde Brad Pitt var.Neyse tesadüf deyip geçiştireyim bunu şimdilik.
Konumuza dönecek olursak;Brad Pitt Jasse James'i gerçekten de iyi analiz etmiş.Klasik tabirle adeta rolünü yaşıyor diyebiliriz.


Jasse James'in müstakbel suikastçisi "ödlek" Robert Ford'u ise Ben Affleck'in kardeşi Casey Affleck oynuyor ve öyle bir oynuyor ki,insan içinden "hiç ağbisine çekmemiş bu oğlan" diyor.Robert Ford'u Jasse James'i öldürmeye iten süreci gerçekten yaşatıyor Casey Affleck bizlere.
Casey Affleck ve Brad Pitt gerçekten müthiş bir ikili oluşturmuşlar.Özellikle final sahnelerinde bu ikilinin uyumları gerçekten muazzam.Sırf bu ikilinin bu harika uyumu için bile izlenir bu film.
Robert Ford'un ağbisi rolünde Sam Rockwell ve Jasse James'in karısı rolünde Mary-Louise Parker da iyi iş çıkarmışlar diyebiliriz.

Jasse James

1847-1882 yılları arasında Amerika'da yaşamış ve kısa sürede bir efsaneye dönüşen Jasse James'in hikayesini anlatıyor bize film.Aslında daha sağlıklı bir ifadeyle Jesse James'in son günleri diyebiliriz.Artık bir efsane olmuş,herkes tarafından saygı duyulan,korkulan ve dört bir
yana nam salmış bir adamın yolun sonuna dogru gidişine şahit
oluyoruz.Karmaşık bir adam Jesse James.Çocuklarını ve karısını çok seven bir baba;ama aynı zamanda sırf düşmanına benziyor diye birisini öldürecek kadar da soğukkanlı bir katil.
Kurduğu çete ile pek çok soyguna karışan ve o döneme damga vuran,hayatı ;
iniş-çıkışlarla,tehlikelerle dolu olan ve ölüm anı da şöhretine yakışır şekilde yaşanan bir adam.


Jesse James öyle bir fenomen ki öldükten sonra yüzlerce insan cesediyle fotoğraf çektirmeye çabalıyor.
Aileler çocuklarına Jesse James fotoğraflarını miras bırakıyor.Yukarıdaki örnekte olduğu gibi günümüze ulaşan Jesse James fotoğraflarının orjinalleri koleksiyoncular tarafından nadide parçalar arasında sayılıyor.
Sadece 34 yıl yaşayan ve ardında günümüze kadar uzanan bir şöhret ve soru işaretleri bırakan bir adamın,bir antikahramanın (kimilerine göre kahramanın) hikayesini anlatmak da bir hayli zor haliyle.

Buna karşılık Jesse James'in hareketli hayatının son aylarında yaşadığı travma ve sağı solu belli olmayan dengesiz bir adama dönüşmesini gayet güzel anlatmış yönetmen Andrew Dominic.
Dominic;bizdeki tabirle bir eşkıyanın,bir gangsterin,bir suçlunun hareketli hayatının aksiyondan uzak gayet sade ve usulca anlatmayı tercih etmiş

Filmin haddinden fazla ağır ilerlemesinin nedeni de bana göre ,ölüme yürüyen bir adamın hızlı ve tehlikeli yaşayan bir suçlu dahi olsa yavaş adımlar atacağından ileri geliyor.Andrew Dominic,Jasse James'in bu ölüm yolculuğunu bizlere gösterirken,Robert Ford'un bu yolculuktaki rolünün de hakkını vermiş.İkili arasında kurulan bağ yer yer patron-çalışan,yolcu-yol arkadaşı,ağbi-kardeş,cellat-kurban gibi değişken ikililer olarak devam ederken seyirci olarak bu değişkenliklerden ve psikolojik savaştan,ben hiç ama hiç sıkılmadım.Karakterlerin içlerine düştükleri bu psikolojik değişkenlikler o kadar iyi hissettiriliyor ki seyirciye,tabi bunda harika oyunculukların da payı büyük,3 saat boyunca filmin sonunu bildiginiz halde kendinizi "acaba" derken bulabiliyorsunuz.

Özellikle de altından kalkması hayli zor olabilecek olan James'in öldürüldüğü sahnedeki başarılı oyunculuklar ve yönetmenlik filmin yavaş giden temposunda adeta zirve yapıyor.Jasse James'in suikast mi cinayet mi yoksa intihar mı soru işaretleriyle dolu olan ölüm anı gerçekten de seyircinin yorumuna bırakılmış.Film boyunca Jesse James sanki ölümünden haberdar gibi yol alıyor.Ölümüne doğru bir geri sayım yaşıyor sanki.
Ama bir yandan da Robert Ford'a sanki "yapma bunu sana güvenmem lazım" diyor.Bir sınava alıyor adeta onu.
Bu yolculuk,onun ortaya kendi hayatını koyduğu bir sınav mı,yoksa bir intihar mı,ya da başlı başına bir cinayet mi.Film cevabı seyirciye bırakıyor.Ve bu soruyu sorarken yarattıgı atmosferle seyirciyi daha filmin adıyla verdiği cevabın,sağlamasını yapamaz hale getiriyor.


Korkak Adam Robert Ford


Jasse James'in katili olarak üne kavuşan silik adam Robert Ford gerçekten ilginç bir karakter.Herşeyden önce o daha bir çocuk.Zayıf ve güçsüz bir çocuk.

Rober Ford,Jasse James'i öldürerek; paradan,şöhretten çok,saygı kazanma çabası içinde."Korkak" olmadıgını ispatlamak için en "korkusuz" adamı öldürmeyi amaçlıyor.
Öte yandan bu kendini ispat meselesi amiyane tabirle "cin olmadan adam çarpma"ya dönüşüyor.
Casey Affleck'in çok başarılı bir şekilde oynadığı Robert Ford film boyunca öyle gelgitler yaşıyor,öyle çaresiz kalıyor ki son sahnede bile "yapamaz lan bu pısırık" diyebiliyoruz.

Ve kadere bakın ki en korkusuz olanı öldürmek ona "korkak" yaftasını yapıştırıyor.

Yönetmen,Robert Ford'un cinayet sonrası içine düştüğü buhran dönemini de pas geçmeyip kısa bir özetle de olsa anlatarak,hikayesinin akılda kalan soru işaretlerini de bir bir cevaplamış.Bu da film adına başka bir artı daha.

Adı kadar kendi de uzun olan "The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford" kaliteli film seven ve hakkını da verebilecek seyirciye gerçekten de çok kaliteli bir 3 saat vaadediyor.Ama şunu da söylemek lazım.Her ne kadar kaliteli film sevseniz de bu film sizi tatmin etmeyebilir.Sonuçta ortada 3 saat süren uzun ve ağır tempolu bir hikaye var.Ya seveceğiniz ya nefret edeceğiniz türden bir film olmuş.Ben çok seven taraftayım.
Notum 10 üzerinden 9.

Sivaslı Teyze ve Arkadaşı Güldane

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 00:04

5

Sivas'ın yerel televizyonu Kanal 58'den bir sokak röportajı.Konusu,telekomun yaptığı zamlar.Muhabir yoldan çevirdiği teyzeye soruyu sorar teyzemiz zamdan şikayet ederken o esnada arkadaşı Güldane'ye rastlar ve olaylar gelişir.

Vatan Haini Can Dündar

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 16:46

12

Ahh be Can Dündar demiştim daha filmin adını duyunca.Türkiye gibi yerde bırak filmini çekmeyi,filmin adını "Mustafa" koymanın bile başına ne belalar açacağını nasıl düşünemedin.Beklenen olmuş işte sonunda.Mustafa filmi ile ilgili Sigara ile Savaş Derneği kurucu üyesi Prof. Dr. Ahmet Ercan ile Sigara ile Savaşanlar Vakfı Onursal Başkanı Prof. Dr. Orhan Kural 3 ayrı suç duyurusunda bulunmuş.Önceki gün de Can Dündar ifade vermeye çağırılmış Savcılıga.Profesör bu adamlar evet..
Suçlamalar şunlar :

Atatürk Türk ulusunun yapışkanıdır, önderidir, örnek kişisidir. Mustafa filmi, içeriği, ayrıca konulara yorumu ile cumhuriyet ile Atatürk'ün saygınlığını aşındırmaktadır.


Bunlar yetmezmiş gibi, filmde,

Türkler'in simgesel Atası’na pofur pofur sigara, ayrıca düşkün biçimde içki içirterek, Atatürk'ün saygınlığı düşürülürken, Türk gençliğinin örnek aldığı kişi de manevi olarak öldürülmekte, buna ek olarak Türkiye tarihinin en büyük sigara reklamı Atatürk kullanılarak yapılmaktadır.


Durun daha bitmedi..

Dilekçede ayrıca Atatürk'ün kadın ve içki düşkünü olarak gösterildigi,filmde Atatürk'ün çocukluğunun bir yunan çocuguna oynatıldıgı ve filmin müziklerinin de Ermeni (!) asıllı Goran Bregoviç'e yaptırıldığı iddia edilmiş ve filmin vizyondan kaldırılması Can Dündar'ın da cezalandırılması gerektiği belirtilmiş.

Bir de filmin adının Mustafa olması ile ilgili şu suçlama var: "Avukat Gülnihal Soydan'ın suç duyurusunda ise, sadece Dündar değil, filmin yapım ekibinde yer alan isimler ve sponsorlar aleyhinde de dava açılması talep edildi.
Filmle, "Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanuna Muhalefet" suçunun işlendiğini savunan Soydan, Atatürk'ten vasat, sıradan, herhangi bir kişiden bahseder gibi "Mustafa" diye söz edildiğini belirti. Soydan, "Hepimizin babasına 'Mustafa' demek cüretiyle ismini kısaltmak, kabul edilemez bir saygısızlıktır" denildi."

Söylenecek o kadar söz var ki kifayetsiz kalıp ağzımızdan çıkamayan.

Hepsinden önce Goran Bregoviç'e Ermeni deniyor,ki öyle de olabilir ne problem var bunda,bu kadar mı komplekslisiniz.Küçük bir Yunan çocugu oynamış çocukluğunu.Sanki Yunanistan'a toprak verdik.E bugün Atatürk'ün doğduğu Selanik, Yunanistan'a ait.Onu da değiştirelim o zaman.Atatürk'ün kütüğünü Sivas yapalım.


Davayı açanların Profesör ünvanlı insanlar olması başlı başına bir komedi bana göre.Bu kadar mı salak olabilir iki insan allahaşkına.İfademi mazur görün ama söyleyecek başka söz bulamıyorum.Yani neresinden tutarsanız elinizde kalacak bir olay bu.
Neymiş niye Mustafa deniyormuş Atatürk'e. "Çiçek Abbas" filminde İlyas Salman'ın Şener Şen' dediği laf geliyor aklıma: Ne diyem Mahmut mu diyem ?

Yani Atatürk'e Mustafa demek suçsa bu ülkede; Fatih Sultan Mehmet'e Fatih demek,Mevlana Celalettin Rumi'den Mevlana diye bahsetmek,İsa Peygamber'e İsa demek,hatta ve hatta Tayyip'e Tayyip demek de suç o zaman.

Gerçi şimdi bunu okuyup da "Tayyip'le Atatürk'ü nasıl kıyaslarsın" diyenler de çıkar ya neyse...

Adam, filmin tanıtımlarında, gerek kendi programında, gerek çıktıgı diger programlarda başından beri bu filmin Atatürk'ün insani yönünü,kendi iç dünyasını, özel hayatını yani; Mustafa tarafını anlatmak istedigini, filmin adını da bu yüzden "Mustafa" koydugunu bağırdı durdu.Ne var bunda.

CHE

Steven Soderbergh, Che Guevera'nın hayatını anlatan bir film çekti bu sene.Filmin adını ne koydu peki : CHE

Ben şimdiye kadar bir tane bile habere rastlamadım ki Küba ve Arjantin'de Soderbergh'e dava açıldı,filmin adını Che koydu diye.
Burdan soruyorum Che Guevera ile Atatürk arasında uçurum mu var?

İkisi de bir ulusu uyandırmıştır,ikisi de bir Kurtuluş mücadelesi vermiştir. Daha uzar gider bu.
"Atatürk ile bir gomünüstü karşılaştırma" diyen de çıkar şimdi ya neyse...

Atatürk'ün sigaraya ve kadınlara düşkün oldugunu gören gençler etkilenirmiş.

Ulan o gençler arasında geçen sene anket yapılmış ve örnek aldıkları kişiler Polat Alemdar,Acun Ilıcalı bi de Şahan Gökbakar çıkmamış mıydı.


Biri mafya lideri, gerçekte var olmayan bir kahraman(!) ama Allahı var şimdi bir kere bile sigara içerken, bir kadını öperken görülmemiştir. Biri yıllarca tüm tropik ülkeleri gezip "üzerindeki kaç para,bana bir öpücük ver,kutunuzda ne var" tanımını ülkeye kazandıran bir televizyon şöhreti, ki Acun bence en zararsızı bunların, diğeri de osuran,sıçan küfreden karakteriyle gişe rekorları kıran film çeken bir adam.

Şimdi soruyorum; kim bu adamlara dava açtı ?

Kim Recep İvedik'i yasaklattı, ki yasaklansın demiyorum.İsteyen gider osuruk seyreder bana ne.

Keşke gençlerimiz Polat Alemdar gibi nutuklar atacagına,Nutuk'u okuyup anlayabilse de her gece bırakın sigarayı, esrar sarıp içse ama; Mustafa gibi düşünebilse..

Sizce de daha iyi olmaz mıydı ?

2-3 hafta önce Tv'lerde küçük bir kız çocuguna "Atatürk öldü" diyip ağlamasını seyrettiriyorlardı. "Bakın nasıl Atatürk sevgisi var" diye.

Millet de "vay anasını" diye seyrediyordu."Helal olsun" annesine babasına deniyordu.İnsanlar birbirlerine kızın o ağlamasının oldugu videoları yollayıp "işte Atatürk sevgisi" gibi yorumlar yapıyordu.

Bir dağa yansıyan gölgenin Atatürk'ün silüetini andırmasıyla, her sene binlerce insan o dağı görmeye gidiyor bu ülkede. Gölge, Atatürk'ün gölgesiymiş... ve bir nevi Kabe ,Vatikan,Kudüs ziyareti..


Çünkü; biz Atatürk'ü öyle bir yere getirdik ki ulus olarak; ne ona Mustafa denirdi, ne eleştirilebilirdi, ne zaafları vardı..Peygamberden de ötedeydi bizim için o.İnsan olamazdı o.

İşte Can Dündar filminde bize herşeyden önce Atatürk'ün de bir "İnsan" oldugunu,onun da duyguları, öfkeleri, sevinçleri, zaafları, alışkanlıkları, onun da soyadının önünde bir adı oldugunu anlatmaya çalışmıştı. O yüzden filmin adını "Atatürk,Atam,Büyük Önder" değil de MUSTAFA koymuştu. İnsan olan Mustafa'yı daha çok sevmemiz gerekirken, bize bunu gösteren adamı asmaya çalışıyoruz şimdi.

Yazık..


Bugünkü yazısını "Ama burası Türkiye! Hiçbir şeye, hiç kimseye şaşırmamayı öğreniyor insan" diye bitirmiş Can Dündar.

Hakikaten öyle.Bir kaç ay sonra Can Dündar'ın hüküm giydiği haberini görürsek de şaşırmamak lazım.

Ne de olsa "Burası Türkiye, yok öööle !!! "

AAA Değil Beee

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 21:39

4

Her zaman söylemişimdir : Amerika'da doğsaydı Beyaz Saray'a kadar giderdi Melih Gökçek.

Cidden şaka yapmıyorum, bana kalırsa George Bush'un akıllı versiyonu kendisi.

Son yaşanan Kılıçdaroğlu Düellosu ile ilgili o kadar çok şey yazıldı ki .Kılıçdaroğlu için "Gökçek'i bitirdi, Gökçek madara oldu" gibi ifadeler kullanıldı. Sanırım sadece Gökçek'in "kurmayları", Vakit ve benzeri gazeteler, bir de ben Gökçek'in o tartışmayı mağlup kapatmadıgına inanıyoruz.

Nedenine gelince anlatayım efendim.



Bundan bir hafta kadar önce denk geldigim, sanırım CNN Turk'teki, bir programda yerel seçimlerle ilgili çeşitli konular tartışılıyor, tahminler yapılıyordu. Derken konu döndü dolaştı Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne geldi. Bu seçimde Gökçek aday olursa geçen seçimlerdeki kadar rahat olamayacağı konusunda yorumlar yapıldı ki aha dedim sıçtınız.Üzerinden 10 dakika geçti geçmedi Melih aradı programı ve az evvel tahminler yapan, akademik terimleri ortalığa savuran siyaset uzmanlarını sus pus etti.  İster inanın ister inanmayın ama oturan konuklara "gelin iddiaya girelim, gelin var mısınız takım elbisesine iddiaya, hatta ordaki tüm konuklara söylüyorum hepinizle takım elbisesine iddiaya girelim" cümleleri çıktı ağzından. Ben ekran karşısında kitlendim kaldım. Konuklar, sunucu (Ahmet Hakan) da kitlenmiş vaziyette sinirleri bozuk sırıta sırıta programı tamamlamaya çalıştılar. Canlı yayında akademisyenlerle "Takım elbisesine iddiaya" girmeye çalışan bir başkan..


Benzeri bir tartışmayı da Haberturk'de izlemiştim 2 -3 ay evvel. O zaman da ODTÜ rektörü ile birbirlerine girmişlerdi. Ama Melih konuyu bambaşka yerlere getirip ne adamın sorusunu cevaplıyordu ne de sunucunun, kendi bildiğini okuyor sonra da sırıta sırıta "nolduu sustun kaldın, nolduu" gibisinden cümlelerle karşısındakini kitliyordu. Emin Çölaşan'a söyledigi bir lafla Emin Çölaşan'ın şaşkınlıkla "aaa" demesinin üzerine " yok Beee" diyen bir adamdan duyulan bu sözlere her ne kadar şaşırmasam da bu adamın aslında çok önemli bir mevkide olduğunun ciddiyetine giremiyordum istesem de.

O tartışmanın ve diger örneklerden sonra aylar önce yaptığım bir benzetmeyi tekrar hatırladım.
Küçükken okulda ya da mahalle arasında top oynayan erkekler hatırlar. Bazı çocuklar vardır o maçlarda, topa vurmayı falan bilmezler, futboldan zerre anlamazlar, ama top onlarındır ve oynatmak zorunda kalırsınız o çocugu. Doğal olarak maç esnasında da fazla pas atmazsınız ona, o ise durmadan "Bana pas lan pas versenize lan" diye bağırır. Eğer o çocuk Melih tipi bir çocuk ise eğer maçı yarıda keser. Alır topunu "ben gidiyom lan" diye topu alıp çeker gider.

Sonra başka bir gün siz arkadaşlarınızla bi araya geldiginizde ne yapalım ne yapalım diye düşünürken maç yapmaya karar verir ve Melihler'in evine gidersiniz. Ama Melih elinde topuyla evinin penceresinde önündeki saksının yanında oturup çiğdem(çekirdek) yiyip "bana ne lan gelmiyom ben topu da vermiyom" diye sırıtır size. Siniriniz bozulur kıl olursunuz. Ama alışmak lazımdır.


Çünkü daha sonra bu Melih'ler büyür. Baba-Amca-Enişte-Dayı gibi fakültelerden mezun olup önemli yerlere gelir. Akademik bilgi belki sıfırın altındadır ama; teoride ve pratikte onun gibisi zaten yoktur.

Bu yazıyı okuyan insanların hayatında Melih gibiler mutlaka; okul müdürü, öğretmen, patron, esnaf olarak girmiştir.

Bu adamlara bir şey anlatmak, haksız olduklarını söylemek, ya da hakkınızı aramak mümkün değildir. Çünkü top onlarındır.

İşte bu yüzden değil Kılıçdaroğlu; Malkoçoğlu bile gelse Melih gibi adamları alt edemez.

O yüzden bu ülkede bir yerlere gelmek, hakkınız yenmesin, canınız yanmasın diye mücadele etmek istiyorsanız "aaa aaa" diye şaşırmamalı BEEEE diyebilecek karaktere sahip olmalısınız.

The Last Shadow Puppets - My Mistakes Were Made For You

Posted by her boku bilen adam | Posted in , , , | Posted on 15:34

2



about as subtle as an earthquake i know,
my mistakes were made for you
and in the backroom of a bad dream she came
and whisked me away enthused
and it's as solid as a rock rolling down a hill,
the fact is that it probably will hit something
on the hazardous terrain
and we're just following the flock around
and in-between,
before we're smashed to smithereens
like they were


then we scramble from the blame
and it, the fame that put words in her mouth,
she couldn't help but spit them out,
innocence and arrogance entwined,
in the filthiest of minds.
she was bitten on her birthday and now,
a face in the crowd she's not
and i suspect that now forever the shape she
came to escape is forgot.
and it's a lot to ask her not to sting and give
her less than everything,
around your crooked conscience she will wind.

Ermeni Oğuz

Posted by her boku bilen adam | Posted in , , | Posted on 17:36

4

Öğlen okudum haberi.Trabzonspor taraftarları son haftalarda hakem kararlarından zarar gördükleri sebebiyle Merkez Hakem Komitesi Başkanı Oğuz Sarvan'ı protesto etmek için soluğu futbol federasyonu binasının önünde alır.
Protesto sırasında attıkları sloganlar ise şunlar :

Oğuz Sarvan istifa (evet bunda bir şey yok)

Şampiyon olmamız engellenemez (Evet bunda da bir şey yok)

"Ermeni Oğuz'a Trabzon'da soykırım"..

Haydi buyur burdan yak!!!

Bu sloganın yanında bir de "Yasinler'le çıktık yola,O GÜNler de çok yakında" pankartı açmışlar.
Gerçi haberde bu pankartı hemen indirdikleri söyleniyor ama böyle bi pankartın hazırlanması asıl önemli olan.

Bu öyle bir zihniyet ki Ermeni,Yunan lafı,onlar için hakaret anlamına geliyor."Ermeni Oğuz" diye tepkisini dile getiriyor.Küfür yerine bir ırkın bir toplumun adını kullanıyor.Şimdi bir Ermeni bana bu fotoğrafla gelse,ben ona elimde tarihi belge olsa dahi nasıl ispat edeyim Ermeni Soykırımı diye bir şeyin olmadıgını."İşte böyle bir toplumsunuz siz" dese bana ben nasıl savunacagım ona karşı kendi ulusumu,kültürümü.Nasıl anlatacagım ben ona Mevlana'yı Yunus Emre'yi.


Yasinlerle çıktık,Ogünler de çok yakında.
Çocuk yaştaki bir katili kendine örnek almış,onu kahramanlık sıfatına eriştirmiş bir topluluk.
Bu pankartı duyunca aklım Rakel Dink'in eşi Hrant Dink'in cenazesinde söyledigi sözler geldi




"Katil 17 yaşında olsun 27 yaşında olsun bir zamanlar onun da bir bebek olduğunu biliyorum. bir bebeği bir katile dönüştüren karanlık süreç sorgulanmalıdır."







Bu sözlere bakarken geçen yılki Adana Demirspor - Trabzonspor maçından bir habere denk geldim.Ümitlendim biraz da olsa.
Malum geçen yıl bazı Trabzonspor taraftarları arasında Beyaz Bere modası vardı.Buna ve bu zihniyete Adana Demirspor taraftarları bir pankartla cevap vermiş.Malesef o pankartı bulamadım ama Adana Demirspor'u saygıyla selamlıyor ve bundan sonra her maçında gönülden destekliyorum.
Pankarttaki yazı ise şu :


" Ogün'ler sizinse, yarınlar bizimdir "

Hemen yarından itibaren Dilber Hala gibi konuşup,Adanalı dizisinin tüm bölümlerini indiriyorum.