Kaigomai/Yanıyorum

Posted by her boku bilen adam | Posted in , , , | Posted on 23:15

11

Efendim "Şu twitter denen illet çıktı, bloglar hayli bozuldu" derdim ama burda bozulmadan daha çok tembelliğimiz söz konusu.

Adeta "ulan şimdi film izlemeyim kafam almaz, dizi izleyeyim" diyip de 90 dakikalık film yerine 6 bölüm art arda dizi izlemek gibi bir şey şu yaptığımız.

Sözün özü eşşeğiz işte. Gül gibi bloglarımız varken gidip twitterda kısa cümleler kuruyoruz. Ama yok valla. Valla şu yeni yıl gelsin ağırlık vereceğim bloga ( tutulmayan sözler vol.346)

Neyse bu geçiş yazısı olduğu için kısa tutacağım da işte yolunu yapıyorum.

Bu yılın son şarkısını seçerken biraz da geçen hafta Lefter'in yürekleri ağzımıza getirmesinden etkilendim.

Çok önemlidir benim için Lefter. Ama "Fenerbahçeli olmamın ana sebeplerindendir" dersem yalan olur. Malum, insan henüz 2-3 yaşında bir takım meyil ediyor ve bunun da çok da belirgin bir sebebi olmuyor açıkçası. Seviyorsunuz bir takımı, bir rengi, bir oyuncuyu, bazen de ailenizden kaynaklanıyor ve o rengin aşığı oluyorsunuz. Hem de hayatınız boyunca bitmeyecek bir aşk oluyor bu. Ben de Fenerbahçeli olduğumda açıkçası tanımaz etmezdim zaten Lefter'i.

Yetişemedim ona yaş olarak ama hikayelerini dinledim, onu anlatan çok şey okudum. Gurur duydum onunla aynı takımı tutma şansına sahip olduğum için.

Ama gurur da duydum Metin Oktay gibi bir efsanenin oynadığı bir ezeli rakibe sahip olduğum için. Zaten ben sizin bildiğiniz Fenerlilere de benzemem. Metin Oktay kadar, Süleyman Seba kadar sevmem Aziz Yıldırım'ı, Volkan Demirel'i.

O yüzdendir belki de yakalayamadığım Lefter'e sevgim.

Yaşarken heykeli dikilmez çoğu büyük insanın. İşte Lefter yaşarken heykeli dikilenlerden biri. Hem de sadece sportif açıdan bir bakış açısı değildir onu değerli yapan. Yıllarca bir arada yaşadıktan sonra birbirini düşman bellemiş iki milletin arasında bir köprü olmayı yıllarca başarabilmiş bir adamdır ayrıca o.

Yıllar evvel aynı mahallede yaşamış, aynı ipe çamaşırlarını asmış, aynı cenaze için gözyaşları dökmüş ama yıllar sonra kanlı bıçaklı olmuş iki milletin arasındaki bir köprüdür Lefter.

Yıkılmamış son köprülerden..

Sadece bir futbol efsanesi değil o. Daha bugün 16 yaşında çocukların burnunu kıranların futbolsever, taraftar, sporsever olarak yaşadığı ülkede yaşarken heykeli dikilmiş bir futbol efsanesi.

Bir İzmirli olarak hep içimde bir uktedir bu durum. Neden Smyrna'da doğup büyüyüp de bir Rum türküsüne eşlik edemedim, bir Rum arkadaşım olmadı, bir Ermeni yemeğini tadından tanıyamadım?

İçi boş bir yabancı hayranlığı değil bu. Zaten onlar yabancı da değildi ki. Benden daha çok sahibiydiler bu toprakların. Tıpkı oralardan buraya göçmek zorunda kalan Türkler'in de ordaki toprakların sahibi olduğu gibi.

Şimdi bir Lefter'e tutunduk yitip gitmesin diye yaşarken heykelini diker olduk. Nice Lefterler, Alekolar, Kostaslar orda bu toprakların hasretiyle, nice Ahmetler, Ayşeler burda o toprakların hasretiyle yitip gitti.


İşte bu hasretin şarkısıdır adeta Kaigomai Kaigomai.

Burdaki Ahmetlerle, ordaki Alekoların gözyaşıdır adeta.

Lefter "Beni İstanbul'a götürün" derken Atina'daki hastane odasında, kim bilir kaç tane Aleko, Ahmet, Ayşe, Anna "Kaigomai" ya da "Yanıyorum" diyerek yitip gitmiştir kendi topraklarına hasretle.

Bir gün bi oğlum olursa adını vereceğim adamdır Lefter. Onun nezdinde Türk, Yunan, Ermeni, Kürt değil de önce insan olmayı başarabilen herkes için gelsin bu şarkı.

Kaigomei Kaigomei




Aman aman...

Otan genniete o anthropos, enas kaimos genniete
Ki otan funtoni o polemos, to aima den metriete

Kaigome, kaigome, rixe ki allo ladi sti fotia
Pnigome, pnigome, peta me se thalassa vathia

Orkistika sta matia su, pu ta ’cha san vaggelio
Tin macheria pu mu ’dokes na su tin kamo gelio

Kaigome, kaigome, rixe ki allo ladi sti fotia
Pnigome, pnigome, peta me se thalassa vathia

Aman, aman...

Ma si vathia stin kolasi tin alisida spase
Ki an me travixis dipla su, evlogimenos na ’se

Kaigome, kaigome, rixe ki allo ladi sti fotia
Pnigome, pnigome, peta me se thalassa vathia.

****************

İnsan doğduğunda,
Bir dert (acı, keder) doğar,
Savaş şiddetlendiğinde,
Kan ölçülemez

Gözlerinin üstüne yemin ettim,
Ki onlar benim için bir incil gibiydi
Bana vermiş olduğun bıçak yarasını
Sana bir gülücük yapayım

Fakat sen cehennemde derinde,
Zinciri kır ve eğer beni yanına çekersen
Kutsanmış olursun

Yanıyorum, yanıyorum, ateşe daha fazla yağ dök
Boğuluyorum, boğuluyorum, beni derin denize at

*Şarkının sözlerini ve çevirisini ekşisözlük'ten aldım.

Müebbet Yumurta

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 21:16

14

Bundan 4 gün önce; yani 6 Aralık 2010 günü Alexandros Grigoropoulos öldürüleli tam 2 yıl oldu.

Alexandros ya da arkadaşlarının, ailesinin ona hitap ettikleri adıyla Alexis'in kim olduğuna dair geçen yıl "Remember, Remember the Sixth of December" başlıklı bir yazı yazmıştım hatırlarsınız.

Alexis, henüz 15 yaşında bir polis tarafından öldürüldüğünde bırakın ailesini, arkadaşlarını, 7'den 70'e tüm Yunanistan ayaklanmış, yaşlı amcalar teyzeler bile bu duruma tepkilerini koymuş tüm Yunanistan adeta yerinden oynamıştı.

Yunanistan'da dava geçtiğimiz günlerde sonuçlandı ve Epaminondos Korkoneas adlı polis müebbet hapse mahkum edildi.

Alexis'in ölümünden sonra ellerinde bizim vatan haini ilan ettiğimiz Nazım Hikmet'in mısralarıyla hak arayan Yunan gençleri bir nebze de olsa rahatlamadı bu durumdan. Çünkü onların amacı kelle istemek, suçlu polisin cezası karşısında rahatlamak değildi. Onlar biliyordu ki sadece suçlu polisi cezalandırmakla bu iş çözülmeyecek. Suçlu olan zihniyetti ve bu zihniyetin yok edilmesi lazımdı. Yan yana yürüdükleri çocuklar, yaşlılar, hamileler de bu amaçla yanlarındaydı zaten.

Peki kıyının bu tarafında neler oldu bu zaman zarfı içinde?

Daha geçen hafta Başbakan'ın YÖK buluşmasını protesto eden gençlerin başına ne geldiği malumunuz. Hatta hamile bir kızın aldığı darbe sonucu çocuğunu düşürdüğü de söylendir. Ama biz bu şiddeti, bu hoşgörüsüzlüğü değil de kızın neden hamile olduğunu, o yaştaki bir öğrenci kızın nasıl hamile kalabileceğini, hamileyse o eylemde ne işi olduğunu tartıştık. Hatta ülkenin en önemli köşe yazarları bunu başlıklarına bile taşıdılar. Hani ima falan da etmediler ha direk başlık attılar :





Aklıma hep Manisa Davası gelir bu tip haberleri olayları görünce. Meclise protesto için giden gençlerin başlarına daha sonra neler geldiğini, hayatlarının nasıl bitirildiğini bilirsiniz. Bilmiyorsanız bile yazın bir yerlere Manisa Davası diye, çıkar hikayesi.

Sonra Bülent Kar gelir aklıma.

Manisa davasında işkenceci polisleri hararetle savunan avukat Bülent Kar. Kendisi daha sonra Manisa Belediye başkanlığına kadar yükselmiştir. Terf-i diyar etmiştir işkencecileri savunmanın referansıyla.

Aklıma Celalettin Cerrah gelir. Hrant Dink cinayetinin ardından verdiği "Milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayet" beyanatı gelir. Hemen ertesi yıl emniyet müdürlüğünden valiliğe terfi ettirilişi gelir.

Aklıma Ogün Samast ile bir kahramanmışçasına fotoğraf çektiren emniyet görevlileri; binlerce genci sırf eylem yapıyor, slogan atıyor diye işkenceden geçiren ama Samast'a çay servisi yapmaktan gocunmayan polisler gelir.

Aklıma Erdal Eren gelir. Son Bakış'ı gelir. 17 yaşında idam edilişi gelir.

Aklıma çok şey gelir de işte.

Yumurta atmak salakçadır, aptalcadır, ahmakçadır hiç demokratik değildir evet. Hatta kaba bir davranıştır. Üniversitene önemli makamdaki bir insan gelmiş ama sen onu dinlemek yerine gidiyorsun yumurta atıyorsun, bağırıp çağırıp slogan atıyorsun falan filan. Doğrudur..

Peki ya o makam mevki sahibi büyüklerimiz bizi konuştuğumuz zaman dinliyor mu?

Hakkımızı aramamıza izin veriyor mu en düşük makamından zirvesine kadar?

Yolsuzlukları, yalanları, bin bir türlü gafları, ahmak sözleri ortadayken hala oralarda rahatça oturmaları, her seferinde götümüze kazığı bir şekilde sokmaları apaçıkken ayıp olmuyor da iki yumurta, iki slogan, iki haykırış mı ayıp oluyor?

Ama biz hak ediyoruz biliyor musunuz? Valla bak.

Her gün onlarca çocuğu ölürken sesini çıkarmayan, suni bir savaşa hala omuzlarda asker uğurlayan, tabutta dönen evlatları için bile "bu vatana feda olsun" diyebilen, kitapları yasakladığı, kılık kıyafetine göre öğrencisini seçtiği üniversitelerinde okuyan cahiller yetiştirip o üniversitelerinden sanatçıları, düşünce adamlarını uzaklaştırıp Acunları, Şahanları sokan ve nasıl biri olursa olsun sokak ortasında bir genç kızının coplanmasına "Ne işi var orda" diye tepki koyan bir halkın,

Erdalların yaşının büyültülüp asılmasına ses çıkarmazken, Ogünlerin yaşını küçültüp kahraman ilan etmeye çalışan bir halkın iki yumurtadan bile feyz alamayacağı zaten çok belli değil miydi?

Her gün onlarca Alexis'i heba olan bir halkın karşı kıyıdaki Alexis'den alacağı ne vardı ki?

* Evet aynı şeyleri yazdım yine. E ne değişti ki?

İki İtalyan Kadın

Posted by her boku bilen adam | Posted in , , | Posted on 22:05

11

Bir sürü şey oluyor. Yumurtalar, coplar, bıçaklar havada uçuşuyor. İnsanların çocukları daha karınlarında öldürülüyor, devlet bizi sevmiyor.

Aslında kimse kimseyi sevmiyor, herkes birbirinden bir şeyler kapma peşinde aç kurtlar gibi. Mutlu olmak için cidden tüm bu saçmalıklara karşı üç maymunu oynaman gerekiyor.

Bazen kendini zorluyor da kulağını tıkayıp, gözünü kapayıp, ağzını açmamayı becerebiliyorsun ama; bu sefer de kalbin el vermiyor. Olmuyor işte.

Demiştim ya hani bi kere seçtik artık kırmızı hapı. Olmaz artık.

Tüm bunlar olurken etrafında, çevrende, bazen uzağında, bazense çok ama çok uzağında ama çok yakınında; kendini, ruhunu arındırman gerekiyor bir şeylerden. İşte o yüzden dinlemiyor muyuz şarkıları. Ama güzel şarkıları, güzel türküleri, tınısı, sözleri güzel olan ama türü sizi bağlamayan şeyleri.


Ancak onlar sizi alıp götürebiliyor tüm bunlardan. Götürmek de değil belki bu ama; hani bir kopup sıyrılabiliyorsunuz tüm bunlardan. Kendinizi orda değil de olmak istediğiniz bir yerde; yok aslında tam öyle de değil, hani daha önce olmadığınız, bilmediğiniz ama içinizi tüm o şeylerden arındırıp da huzur dolduran bir yerde buluyorsunuz.

Güzel şarkı yapar bunu evet.

Bazen o şarkıların sözü bile olması gerekmiyor. Bazılarının sözü olsa da siz anlamıyorsunuz zaten.

Ben ne tür müzik seviyorum hala bilmiyorum sorulunca. Ama beni bu tarif ettirdiğim şekle sokan şarkıları bi ayrı seviyorum sanırım. Onların türü ne bilmiyorum ama; bu sahne ve bu şarkı/aria/opera, her neyse, o şarkıları çok iyi anlatıyor.



Bugün bile o iki İtalyan kadının ne söylediğine dair en ufak bi fikrim yok. Gerçeği söylemek gerekirse, bilmek de istemiyorum. Bazı şeylerin bilinmemesi daha iyi. Şarkının kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel bir şeylerle ilgili olduğunu düşünmek istiyorum; kalbinizi derinden etkileyen bir şeylerle. Diyeceğim şu ki; o sesler  en umutsuzca yaşayan birinin hayal bile edemeyeceği kadar uzağa ve yükseğe uzandılar. Sanki güzel bir kuş kanatlarını çırparak bizim tekdüze, minik kafesimize girip duvarlarımızı yok etti ve kısacık bir anlığına da olsa Shawshank'teki herkes kendini bir anlığına da olsa özgür hissetti.

* Sağ taraftaki haftanın şarkısı bölümünden tamamını dinleyebilirsiniz.

Amazing Diego

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 12:42

16

Yeni bir Yorum Farkı ile daha karşınızdaym sevgili izleyenler.

Efendim bu seferki bambaşka. Muhtemelen rastlamışsınızdır daha önce ama bu güzide eseri bu bloga koymazsam gözüm açık gider. Geçen hafta "dereotundan nefret eden" insan Okan da koydu bunu bloguna ama diyorum ya bu eserin burda da olması lazım.

Anladığım kadarıyla bir kızın fotoğrafının altında iki cengaver erkeğimiz horoz dövüşü yapmaktadır. Düello kıvamındaki atışmaya Şili dolaylarından dahil olan güzel insan Diego Alejandro Fuentes Medina ise tamamen kıza kilitlenmekte ve yorumunu da o doğrultuda yapmaktadır.

Diego'ya verilen cevabı ise anlatmaya kelimeler bulamıyorum efendim.

Şehir

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 22:48

15

Yeni bir şehre taşınmak sadece eşyalarını alıp başka bir yerde yaşamaya başlamak değil.

Zaten o "şehir" dediğimiz de aslında şehir değil ki.

Orası doğduğun, konuşmayı öğrendiğin, balkondan düşüp kafanı toprağına çarpıp oluk oluk kanını döktüğün, kendinle gurur duyduğunda başını havaya kaldırıp gökyüzüne baktığın, aşık olduğunda üzerinde sevdiğinle el ele gezdiğin, aşık olduğun kadın seni acıttığında gecenin yarısı 2 buçuk saatlik yolu kendinle konuşarak yürüdüğün, dostlarına sarılıp ağladığın, dostlarının sana sarılıp ağladığı, takımın şampiyon olduğunda sokaklarında deli gibi koşturduğun, takımın şampiyonluğu son dakikada kaybettiğinde sokaklarına ayak basmak istemediğin, hayat seni bunalttığında sanki suçlu oymuş gibi davranıp "gidiyorum bu şehirden dediğin"...

...kısaca sensin o şehir.

O yüzden değil midir ki "Burda yaşanır mı lan ne biçim yer burası" dediğin yerde bu saydıklarımı yaşayanlar özlüyorlar şehirlerini ve gidemiyorlar bir yere. 

Zaten insan kendisinden ne kadar uzağa gidebilir ki?

Gidemez evet..

Gidemez ama artık kendisi de yetmez insana bazen.

Şarkıda diyor ya hani "Geçtiğimiz yolları arıyor gözüm yine, sanırım şehir uzakta kalıyor" işte o hesap kendinsindir aslında uzaklaştığın.

Kendi şehrinde, kendinde iken, kendinden sıkılırsın artık; şehirden değil.

Yeni bir kendin lazımdır sana. Ama o şehri de arkanda bırakmadan yanına alıp gidersin gideceğin zaman.

Ben şehrimi alıp gittim şimdi.

Şimdi yeni bir şehirde, eski şehrimi aldatmadan, bizzat eski şehrimle beraber yeni kendimi kuracağım.

Sevdiklerimin vedalarında beni "kalan" yapan, sevdiklerim öldüğünde beni "kalakalan" yapan şehrimi bırakamadım ben, getirdim yanımda. Şimdi ikimiz uyum sağlamaya çalışacağız bu yeni şehre, bu yeni kendimize.

Sağlayamazsak da çeker gideriz kürkçü dükkanımıza.

Panik yapmayalım şimdilik.

Sakin..

Coldplay - Don't Panic



Bones, sinking like stones,
All that we fought for,
And homes, places we've grown,
All of us are done for.

And we live in a beautiful world,
Yeah we do, yeah we do,
We live in a beautiful world,

Bones, sinking like stones,
All that we fought for,
And homes, places we've grown,
All of us are done for.

And we live in a beautiful world,
Yeah we do, yeah we do,
We live in a beautiful world.

And we live in a beautiful world,
Yeah we do, yeah we do,
We live in a beautiful world.

Oh, all that I know,
There's nothing here to run from,
Cause, yeah, everybody here's got somebody to lean on.

HBBA Soundtrack

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 22:17

28

Dün blogun ikinci yıldönümü sebebi ile bir yazı yazmıştım malumunuz. Gelen yorumlardan, maillerden, mesajlardan da blog yazarak ne kadar iyi bir şey yaptığımı bir kez daha fark ettim sayenizde.

Hani BBG evinden daha ikinci hafta elenenlerin ardından uğurlamalar yapar, gözyaşları döker "ayrılacağımız için çok üzgünüz" diye "kameraya oynarlar" da biz de ekran karşısında "hadi len ordan" derdik ya, "daha tanışalı kaç gün olmuş da gözyaşı döküyorsun da sarılıp ağlıyorsun adamın arkasından" derdik; hah işte o tip bir samimiyet değil bizimkisi biliyorum ben. Cidden şu bloga o yorumu bırakan, o mesajları atan, yazıda bahsettiğim "nasıl olsa siz beni anlarsınız" dediğim insanlara gerçekten sarıldığımı hissettim bugün yine. Öyle kolpa değil bizimki; devamlı bir araya gelen, birlikte gülen, yeri geldiğinde tartışan eski dostlar gibi olduk.

Neyse daha fazla uzatmayayım duygu seli tadındaki girizgahı.

Efendim o yazının sonunda okuyucular için naçizane bir sürprizim, bir hediyem olduğunu söylemiştim. Hiç görmediğiniz, bilmediğiniz ve karşılaşmadığınız bu adam size en fazla ne yapabilir diye düşündüm.

Şimdiye kadar blogda 60'a yakın şarkı paylaşıp o şarkılar üzerine 57 adet yazı yazmışım. O şarkılardan 55 tanesini seçtim ve bir albüm oluşturdm.

Baştan uyarayım boşuna shuffle'a falan basmayın efendim. Zira "Yani" ile başlayıp "Breathe Me" ile biten; Mahzuni Şerif'den Coldplay'e, Müzeyyen Senar'dan Cranberries'e kadar pek çok türde birbirinden alakasız şarkılardan oluşan bir albüm oldu bu. E malum belli bir türe bağlı değil dinlediğim müzikler.

Gelelelim işin teknik kısmına,

Albümü hotfile ve fileserve sitelerine yükledim. Rapidshare her zamanki gibi sorun çıkardı. Fileserve sitesinde "slower download"; hotfile sitesinde ise "normal download"a tıklayarak indirebilirsiniz eğer bu iki sitenin ücretli kullanıcısı değilseniz. Dosya 268 mb gibi hayvani bir boyutta oldu yalnız. Sonra "vay efendim inmiyor bu çok büyük" demeyin.

Bu arada malumunuz korsan kafasında olduğumuzdan dolayı dosyaların silinmesi de söz konusu. O yüzden ricam okuyucular arasında premium rapidshare/hotfile hesapları olanlar upload edip bana linkini yollarlarsa ben de linkleri güncellerim. (Kullandığımız Türkçe'ye bak anasını satayım. Ne hallere geldik hey gidi)

Efendim aşağıda linkler var. Buraya tıklayarak da şarkılarla ilgili yazdığım yazılara ulaşabilirsiniz.

Umarım hoşunuza gider bu ufak sürpriz.

Sevgiler saygılar sunuyorum tekrardan.

Hotfile    : tıkla indir - linkleri görmek için üye olmanız da gerekmiyor -


* Hep şu "Emeğe Saygı" resimlerinden koymak istiyordum. Şu an çok mutluyum. Kendime repi verdim ( o rep ne işe yarar hala çözemedim)

İki

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 23:05

25

Kendime "O kadar okudun, izledin, konuştun biraz da yaz bakalım" diyerek başladım blog yazmaya bundan tam 2 yıl önce.

Yeri geldi günde 2-3 yazı yazdım. 

Saçmaladım bazen, aptal aptal konuştum burda. Resmen zırvaladım.

Geyik yaptım, absürtlüğün dibine vurdum.

Kızdım, isyan ettim, kustum yeri geldi.

Hepsi içimden gelenler, içimden geçenlerdi.

Bazense içimden hiç bir şey yazmak gelmedi, yazmadım ben de.

Sanırım o yüzden sevenler çok sevdi, nefret edenlerse gördüğü yerde tekme tokat dalmak istedi bana.

Çünkü rol yaparken, nabza göre şerbet verirken çoğunluk, ben sanırım hayatta kendimle ilgili en gurur duyduğum şey olan "kendim olmayı" başarabilmiştim burda da.

Daha başında kendime lafı koymuştum hatta "Her şeyi bilmiyon oğlum, her şeyi bildiğini sanıyon, Allah'ın her boku bilen adamı seni" diyerek. Hoş, onu da anlayamayanlar vardı ya olsun.

Zaten her şeyi bilsen ne olacaktı ki? Bak mutsuzdun bak sinirleniyordun, üzülüyordun bildiklerine, gördüklerine duyduklarına. 

Bazen yanlış anlaşılıp kendimi anlatmaya çalıştım satırlarca. "Ya bana öyle diyorsunuz da vallahi bak öyle değilim ya onu siz yanlış anladınız yapmayın etmeyin" diye çırpındım. Sonra sıkıldım ondan da. Baktım anlayan zaten anlıyor e anlamayan da zaten anlayamayacak sadece döktüm içimdekileri. Anlayan zaten anladı, anlamayan zaten anlamayacaktı.

Bi ara sapıttım.

"Vay be bana bak resmen röportaj falan yapılıyor benimle, kitap teklifi falan alıyorum" dedim. Ama inanın kısa sürdü. Sonra kendime ayarı da kendim verdim.

Olmadığım adam olma yoluna giremedim. Ben değildim öyle. Ben ne rockstardım, ne yıldız ne de şu selebriti dedikleri saçmalıktan. Öyle hayran olunacak bir adam da değildim. Ortalıkta "ben ve hayran kitlem" diye gezen "star" olamadım. Olmazdı benden.

Öyle dediler hep, hala da diyorlardı ama ben star değildim işte. Zaten kimin ne olduğu çok iyi anlaşılıyordu bu dünyada.

Zaten ondan kimliğimi gizleyebildim sadece; kim olduğumu değil.

Adımdı burda yer almayan tek şey, nasıl biri olduğum değil.

Yüzümdü tek bilmediğiniz, kafamın içindekiler değil.

Hani demiştim ya bir keresinde; ne şan ne şöhret ne para ne de başka şeyler. Bu topraklarda, bu kalabalıkta, bu kargaşada, bu bencil hayatta en büyük haz "anlaşılmak" idi.

Onu yaşattınız bana hep.

Onun için yazmaya devam edeceğim.

Bazen de yazmamaya..Hatta bazen yazamamaya.

Nasıl olsa siz beni anlarsınız.

* Ufak da olsa bi hediye vermek istedim okuyuculara 2.yıl hatrına. Abartılacak bir şey değil tabi ki ama sembolik de olsa bi şey yapmak istedim. Yarına hazır olur; akşama kadar paylaşırım. Sağlıcakla kalın. 

Söyle Canım

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 01:02

8

Çok şey yazasım; çok şeyi anlatasım, çok şey söyleyesim var. Çok fazla şey yaşadım kısa zamanda, çok sert değişimler, çok keskin dönüşler yaşadım kendime göre. Ama sadece şu videoyu izleyip şu şarkıyı dinlemek istiyorum şimdilik. Güzel bi insan yollamış bunu bana. Tanımıyorum kendisini de şu videoyu yolladıysa güzel bir insandır herhalde.




Yazıya döksek "ne kötü espri" deriz başındakilere ama; izleyince kötü mü o espri?

Sesin kalitesi zayıf tamam da suratına o tebessümü koymuş, hafif hüzünlendirmişken umrunda mı sesin kalitesi?

Bu devrin adamı değiliz kuzum vallahi bak.

Neyse neyse. Uzatmayacağım daha fazla. Bir kaç kez daha izleyip yatıyorum ben. Kalın sağlıcakla.

Hayat ve Elma Kabukları

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 20:50

31

Ben biliyordum ki böyle olacağını zaten...

Yok ya yok yalan olmasın. Bu sefer ben bile inanmıştım her şeyin yolunda gideceğine. İnandırılmıştım. Hem de hiç inanasım yokken.

Ama bir şey söyleyeyim mi?

O en inandığım anlarda bile huzur dolu uyurken hep kabusla uyanıyordum. Hatırlıyordum bazı kısımlarını o kabusların sabah kendime gelince. Sonra, herhalde yan etkisi bu mutluluğun diyordum.

Neyse.. Belki de o kabuslar işaretti; belki de ben göt oluşuma uyarı levhaları eklemeye çalışıyorum sonradan.

Sevmediğim bir şehirdeyim.

Kimseyi tanımıyorum.

Beni seven beni gerçekten önemseyen, benim için endişelenen insanları bıraktım geldim buraya. Ama bak nankörlük olmasın şimdi. Burda da var o insanlardan. Ama geldiğim yerdeki kadar çok değiller. Ya da çoklar da ben yalnız hissediyorum hala.

Çok insan var burda ve durmadan oraya buraya yetişmeye çalışıyorlar.

Bense koca tipime, ayı gibi halime, eşşek kadar bedenime bakmadan şehrin göbeğinde bir kafede oturmuş, önümde çay, yanımda deniz, içime bir yumru oturmuş zırlıyorum.

Yumru oturmuş zırlanır mı lan! Ağlıyorum işte bildiğin. "Ağlayamıyorum, yumru var" diyip yırtarım dedim de olmadı.

"Bir çay daha alabilirim miyim?" diyorum adama gol kaçırmış Güiza ifademle. Herif hafiften tırsıyor benden.

4 yaşındayken anneannemle gittiğimiz misafirlikte verdikleri elma bitince kabukları yemiştim. Aslında çok da dramatik bir durum değildi hatta kabuklar elmanın kendisinden daha çok hoşuma gitmişti ama anneannem kabukları yediğimi görüp de "kuzum senin elman bitti de kabuk mu yiyorsun. Niye söylemiyorsun elma vereyim" diye acır gözlerle bakınca da böyle zırlamıştım. Niye zırladığımı bilmiyorum ama. Elma yemek istemiyordum ki zaten kabuklar hoşuma gitmişti ama kendimi dışardan görüp acıdım herhalde halime.

Ne dışardan görcem lan kendimi. 4 yaşında kim kendini dışardan görür. Ağlamak istedim işte orda. Ağladım da. Sarılmak istedim sarıldım da.

Anneannemi özledim ben.

Ama büyüdüm şimdi. Şimdi ağlama nedenim ağlamak istediğim için değil.

Keşke elma kabuklarını sevsem de olayı dramatize etmek için ağlasam. Klip çeksem kendi kendime.

Yok. Bu sefer harbi gözyaşı var. Canım acıyor lan. Ağzına sıçıyım böyle dünyanın.

Hiç aramamam gereken birini arıyorum şimdi de.

Özür diliyorum telefonu açınca da ilk olarak. Biliyorum pişman olacağım onu aradığıma ama aramak istedim işte.

Neyse.

Bok gibi bir yazı bu farkındayım. Başlık da romantik entellerin başlığından tam. Seçtiğim resme bakın bi de. Emo oldum da haberim yok sanki. Ergenim resmen ergen.

"Biz seni böyle görmeye alışmadık" diyecek az sonra biri hemen yorum kısmına. "Lütfen toparlan ve kendine gel! Sen bizim kahramanımızsın"

Tamam hemen geleyim.

Avatarım mıyım ben ulan?

House bile ne hallere düştü garibim ben nasıl baş edeyim?

Yok ama yok. Valla iyiyim. Zaten bunlar da geçen hafta oldu. Şimdi düzeldim gibi sanki ya da öyle oluyor işte bir şeyler.

Ergenliğimde hiç sorun yaşamadım ya hepsi bundan oluyor bence. Şimdi çıkıyor acısı yavaş yavaş.

Neyse.

Ben o kalabalığın içindeyken bu şarkı çalıyordu kafamda...

Yok be ne şarkı çalacak. Bu da yalan.  Mal gibi kalakalmışım; fon müziği arayacak hal mi kalmış bende. Ama bu şarkı giderdi sanki o halime.

Giderdi evet.



Yesterday's Mistakes

Don't need another resolution to feel
As though I'm going somewhere, somewhere

You said you needed me
Or at least that's what I thought
At times the memories
Seem to be knocking at my door
I've seen the film a million times
Feels like I wrote the storyline
I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday

I like to think I'm stronger now
Victim of common sense
The truth is that I know I still
Confuse the past with the present tense
Condensing what we had
To a single frame
That sticks in my mind
As I try to move on
The same image comes back every time

They were yesterdays mistakes
And they were yesterdays mistakes
Yesterday's mistakes
Somewhere

Forgive my selfishness
I'd be grateful if you can
Forget my ingratitude
You think I'm twice the girl I am
They say we should forgive
But not forget
What has gone before
I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday

And they were yesterdays mistakes
Yesterday's mistakes
They were yesterdays mistakes

I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday
I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday

* En sevdiğim gruplardandır Oi Va Voi. Böyle bir yazıyla bu blogda yer almak varmış kaderlerinde. Özür diliyorum kendilerinden.

* Videoyu açamayanlar buna tıklasın. Yazı kötü gelse bile şarkı ve klip güzel en azından.

Ben Sevgi Doluyum

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 22:01

20

Hepiniz İzmir'de geçtiğimiz günlerde yaşanan vahşetten haberdarsınızdır. Ufuk Günaydın adındaki bir üniversite öğrencisinin bir kediyi tam olarak sıfatlandıramayacağım bir şekilde katletmesi hadisesinden bahsediyorum. Olaydan hala haberi olmayanlar olayın videosunu şurdan izleyebilirler.

Videoya bakıp da sayfalarca tespitler yapabiliriz, Ufuk'un soyuna sopuna küfürler edebilirz, öfkemizi pek çok şekilde ifade edebilirz.. Ben onu yapmayacağım.. Ha yapmadım mı? Yaptım da. Bildiğim küfürleri ettim Ufuk ve arkadaşlarına o öfkeyle.

Geçti sonra.

Şimdi anlatacaklarım da farklı zaten. Bambaşka şeylerden bahsetmek istiyorum.

Bloga yazdığım yazılardan birine ya da mailime şimdi tam olarak hatırlayamıyorum ama şöyle bir yorum gelmişti :


A.ına kodumun hümanisti sen de!!!

O zamanlar çok gülmüştüm bu yoruma. Hani bir insana başka insanlara değer veriyor diye böyle yaklaşılmasına gülmüştüm.

Sonra düşündüm uzun zaman ben hümanist miyim diye.

Gerçekten her insana değer veriyor muyum; mesela Ufuk Günaydın'a; Ufuk Günaydın'a tepki olarak onu linç etmek isteyenlere, katillere, tecavüzcülere, çocuk istismarcılarına da aynı değeri veriyor muyum diye? Sırf insan oldukları için?

Vermiyordum ki.

Ben hümanist falan değildim.

Hani ailemi, dostlarımı ayırın; ben insanları sevmiyordum.

Sevgi dolu biriydim ama; insanları sevemiyordum. Suç bende miydi?

Ben sevgi doluydum ama; ülkemi sevemiyordum. Suç bende miydi?

Ben hayvanları seviyorum.

Ben çocukları seviyorum.

Ben gerçekten sevgi doluyum ama sevgimi hak eden sadece onlar var.

Başkasına sebebsiz yere zarar vermeyen, canını acıtmayan, bundan zevk almayan bir tek onlar.

Ha öyle olmayanlara da sevgisizim sadece. Onları yok etmek istemiyorum, onları linç etmek, öldürmek istemiyorum.

Onlar beni ilgilendirmiyor. Ben onların olmadığı bir dünyada yaşamanın hayalini de kurmuyorum artık. Çünkü artık çok iyi biliyorum ki böyle bir dünya mümkün değil.

Hatta sevdiğim çocukları bile alıyorlar benden. Katil yapıyorlar, tecavüzcü yapıyorlar. Ufuk oluyor o çocuklar.

Ben sevgi doluyum ama insanları sevemiyorum.

Ben sevgi doluyum ama ülkemi sevemiyorum.

Sevgimi verecek bir dünya da aramıyorum artık.

Öyle yaşıyorum ben artık.

Öyle kutumdayım bekliyorum. Kimse görmesin sevgimi diye. Tekmelerler diye korkuyorum bazen. Ama arada kafayı da çıkartıyorum.

Ben sevgi doluyum ama..

Öyle.

Kısa Kısa 10

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 23:52

27

Her 2-3 ayda bir tren kazası yaşanan, her sel felaketinde onlarca insanın zarar gördüğü, her orta ölçekli depremde bile evlerin yıkılıp insanların öldüğü, hiç bir önlem alınmadan çalıştırılan tersane işçilerinin birer birer hayatını kaybettiği, grev yapan emekçilerin coplandığı, işçilerin hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğu ülkemizin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, Şili'de 69 gün sonra yeraltından çıkarılan madencilerle ilgili yorum olarak "Biz olsak 3 günde çıkarırdık" dedi. Bu esnada 17 Mayıs 2010 tarihinde Zonguldak'ta göçük altında kalan bazı işçilerin "cesetlerine" hala ulaşılamamış bulunuyor.

Ali Demir
Hani bazı derslerin boş olduğu söylentisi dolanır da içinizi bi mutluluk kaplar, sonra ders saati geldiğinde ilk 2-3 dakika kimseler ortalıkta yoktur da siz "evet kesin boş" diye sevinirken çok alakasız bir dersin hiç sevmediğiniz öğretmeni gelir ya sırf ders boşi geçmesin diye; hah işte yeni ÖSYM Başkanı Ali Demir o öğretmene benziyor.

Badem bıyık CV'lere eklenmeli. Çok kapı açar.

İnternette ünlü birinin öldüğü söylentisini çıkarıp ortalığı karıştıran insan tipleri mevcut bir de. Hani bin çeşit insan var zaten ayrı da hiç anlam veremediğim tiplerin başında geliyor bunlar. En son "Münir Özkul öldü" diye ortaya bi şey attı bu tiplerden biri. Sonra saatlerce yas tuttu insanlar. Bu kafaları anladığım gün kanser tedavisi hakkında da araştırmalara başlayacağım.

Mesut Özil'e ayıp etmiyor muyuz? Yuhlamak, gol attı diye "Vatan Haini" damgası vurmak falan? Mesut'u yuhlayan Türk gurbetçiler madem bu kadar bağlılar ülkelerine; kendilerini Alman vatandaşlığından feragat edip ülkelerine dönmeye davet ediyorum. Gelin sevgili vatandaşlarım gelin burda yaşayın madem bu kadar Alman düşmanı Türk aşığısınız. Hadi gelin burda da işsizlik maaşı, sağlık hizmetleri, insan hakları Almanya standartarında değil mi? ( değil. inanıp da gelmeyin)

Borges güzel bir Arda Turan - Mesut Özil karşılaştırması yapmış şu yazısında.

Ülkenin en önemli futbolcusunun "Çok sevişiyor ondan sakatlanıyor" diye yaftalandığı ülke yerine doğup büyüdüğüm, eğitimini kültürünü aldığım, bana en güzel yaşam standartını ve imkanlarını veren, "kazanmanın değil oyunun taraftarı" olan insanların yaşadığı ülkenin milli takımını seçerdim ben de Mesut'un yerinde olsaydım.

Adında "Halk" olan bir partinin halktan bu kadar kopuk olduğu başka yer var mı acaba çok merak ediyorum.

Başıma bir iş gelmeyecekse Cem Adrian'ı da şarkılarını da sevmiyorum, sevemiyorum.

"Televizyonda en sinir bozucu program hangisi?" derseniz tereddüt etmeden "Abbas Güçlü ile Genç Bakış" derim. Neyi, niye savunduklarını bilmeden sadece ezbere öğrendikleri şeylerle hayatlarını sorgulamadan geçiren ve güya üniversite okumakta olan gençlerin otu boku sadece alkışladığı insanın gözünde seğirmelere yol açan bir program. Kenan Evren bile alkışlandı bu programda düşünün artık gerisini.

Türbanlılara öcü gibi bakıyoruz, üniversitelere sokmuyoruz, Kürtler'in hepsini terörist ilan edip tiksiniyoruz, travestiler, gayler, sokak çocukları, çingenelerden zaten iğreniyoruz; Ermeniler, Rumlar, Gayrimüslimler zaten şerefsiz.... E ulan nedir senin istediğin ? Sen kimlerle yaşamak istiyorsun? Kendi saf ırkın dediklerinle geçinebiliyor musun da bu insanlardan korkuyorsun? Sorun sende biliyorsun değil mi?

Arada saçma şeyler de yapsalar; sırf şu "cCc, Reis" gibi ülkücü saçmalıklarını ayağa düşürüp dalga malzemesi yaptığı için bile seviyorum İnci Sözlük'ü.

Kış geldi; blog aleminde yazılar çoğalır.

Head Home

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 20:35

5

Eğer blog denen kavram 5000 küsur yıl önce çıkmış olsaydı "Bir süredir yazamıyordum, Uzunca bir aradan sonra bloga geri döndüm, Şu konu hakkında ne kadar zamandır bir şey yazmıyordum" gibi cümleler günümüzün atasözleri olacaktı muhtemelen.
Efendim işte ne diyim ki oluyor bir şeyler ihmal ediyoruz burayı.

Seyahatler, değişimler, hastalıklar derken canım blog öksüz kalıyor kenarda.

E samimiyetle takip eden takipçilerden de "Ama nerdesin yoksun ne zamandır, Ne olur artık geri dön, Hani haftanın şarkısı, Nerde lan film yazıları lavuk" gibi tepkiler almıyor değilim haliyle. (son örnek fazla samimi oldu)

Demiştim ya bir önceki yazıda gidip gele gele Aziz Yıldırım'ı oldum şu blog aleminin.

Neyse efendim girizgah olsun bu yazı ve şarkı. Diziler gibi yeni sezonu açayım ben de. Yarın bir "Haftanın Videosu"; ardından da bir "Kısa Kısa" ile devam ederiz.

Midlake - Head Home




No-one seems to be around today
They must've all gone off without me again
I think I'll head home

Maybe I'll find them gathered 'round my doorstep
Oh, to sleep in a comfortable bed
I think I'll head home

No-one seems to be around today
They must've all gone off without me again
I think I'll head home
I think I'll head home

Bring me a day full of honest work
and a roof that never leaks
I'll be satisfied

Bring me the news all about the town
How it struggles to help all the farmers out
During harvest time

But there's someone I'd like to see
She never mentions a word to me
She reads Leviathan

I think I'll head home
I think I'll head home
I think I'll head home

Bring me a day full of honest work
and a roof that never leaks
I'll be satisfied

Bring me the news all about the town
How it struggles to help all the farmers out
During harvest time

But there's someone I'd like to see
She never mentions a word to me
She reads Leviathan

I think I'll head home
I think I'll head home
I think I'll head home
I think I'll head home

Sayın Devlet Büyüklerimiz

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 19:27

30

"Bu aralar çok kötüyüm, bir süre ortalarda yokum, ben gidiyorum sağlıcakla kalın.." diye gidip gele gele blog dünyasının Aziz Yıldırım'ı olma yolunda hızla ilerliyorum sevgili okuyucular.

Neyse efendim bu sefer dönüş faslını kısa tutup yazının konusuna döneyim.

Bu sabah neler oluyor neler bitiyor diye internete bir göz gezdireyim dedim ve benim de blogdaki yazılara video eklemek için kullandığım, ara ara da sadece vakit geçirmek için ziyaret edip saatlerce kaldığım, bana göre en kaliteli video sitesi olan Vimeo'ya erişimin engellendiğini öğrendim.

İçeriğinde ağırlıklı olarak kısa filmler, illüstrasyonlar, müzik videoları bulunduran ve gerçekten de neredeyse her videosundan ayrı haz alabileceğiniz bu siteye erişimin engellenmesi aslında çok da şaşırtmadı beni. Hatta tam aksine henüz engellenmemiş olması idi beni şaşırtan.

Zira malumunuz ülkemizde erişime engellenmemiş video sitesi sayısı engellenenlerin yanında hayli azınlıkta kalıyor. Hele hele Ulaştırma Bakanı ünvanı taşıyan; yani bu ülkede iletişim, bilişim denince en önemli yetkili sayılan Binali Yıldırım'ın zamanında kendisine yöneltilen "Youtube engeli ne zaman kalkacak" sorusuna "Ne işiniz var elalemin sitesinde" diyerek cevap verdiği yerde bırakın vimeo'nun engellenmesine isyan etmeyi, internete girebildiğimize bile şükretmeliz bence. Bakanımızın dediği gibi ne işimiz var elalemin sitelerinde kuzum?

Bu seferki engellenme gerekçesi ise şuymuş efendim; CHP milletvekili Mehmet Akif Hamzaçebi'nin bir hanımla birlikte olduğu bir video Vimeo'ya yüklenmiş ve  bunun sonucunda da siteye erişim engellenmiş. Sağolsun devlet büyüklerimiz gerek iktidarı ile gerekse muhalefeti ile her türlü sansür yoluna giderek bizlerin yine kötü yola sapmalarını engellemiş.

Açıkçası ben bu kararlarda çok büyük mantık hataları görüyorum. gördüğüm hataları da sakın "Bu devirde site mi engellenir, çağdaş toplumda sansür olur mu, bilişim özgürlüğü" gibi şeyler değil.

Efendim biz yaşadığım şu ülkede fikirlerimizi açık açık kimseden korkmadan, çekinmeden, yanlış anlaşılma, dayak yeme, hapse girme, dışlanma ve benzeri durumlara uğramadan ancak internette dile getirebiliyoruz. İnternette "karşıysan arkadaşını çağır" diyip davetlere tıklıyor, twitler yazıp trending olup anarşistlik yapıyor, bloglarda uzun yazılar yazıp "helal olsun, altına imzamı atarım" yorumlarıyla hazlar duyup kendimizi muhalefet sanıyor ve böylece klavye delikanlıları olup gerçek hayatta yine o sandıklara gidip iktidarından muhalefetine bu denyoları başımıza getirip; özetle günlük hayatta susup klavyede coşuyoruz.

E durum böyleyken sevgili büyüklerimize sesleniyorum;

Sayın devlet büyüklerimiz;

Çalıyorsunuz, çırpıyorsunuz, yolsuzluk yapıyorsunuz, halkı aldatıyor, karılarınızı da aldatıyor, onla bunla yatıp videolarda yakalanıyorsunuz. Hepsi size helal olsun. Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin koyun vatandaşlarından biri olarak size herhangi bir itirazda bulunmuyorum, zira haddim de değil efendim. Yoksa biliyorum ağzıma sıçarsınız ki sıçıyorsunuz da.

Benim sizden istirhamım şu ki; bari bırakın da hiç değilse sanal alemde hayalimizdeki muhalefeti, itirazı yapalım. Yazılar yazalım videolar çekelim, izleyelim, sizleri eleştirelim. Nasıl olsa günlük hayatta siz ne derseniz yine o olacak. Yine her birimiz bilmem kaç bin dolar borçla doğacak, her sabah andımızı okuyarak varlığımızı bu güzel vatana emanet edip "Almanya yenilince biz de yenik sayıldık yoksa yenilmezdik oğlum lan" müfredatında derslerle büyüyecek, verdiğiniz eğitim bir boka yaramadığı için ana-babalarımız dersanelere servetler harcayıp bizleri üniversiteye sokmaya çalışacak, mezun olanlar bile aslında meslekleri olan mesleklerini yapmak için cevaplarını satın alamadıkları sınavlarda sürünecek, iş bulanlar bile açlık sınırında maaşlarla çalışacak, sonra bizleri zorla askere alıp girişinde "anneler; oğullarınız bize emanettir" diyen komutanların bokunu temizleyip analarımıza küfürleriyle aylar geçirecek, evlenip çoluk çocuk yapıp televizyonda dizi izleyip sonra yine bu kısır döngüyü devam ettireceğiz.

Tüm bu ahval ve şerait içinde bari bırakın da klavye delikanlısı olmaya, sizlere internette muhalefet yapıp, sanal alemlerde vakit geçirmeye devam edelim.

Bırakın da yaşamak istediğimiz ülkenin hayalini sanal ortamda nicklerimizin arkasına saklanarak kurmaya devam edelim.

Son söz olarak : Hepinizin ağzına sıçayım.

Saygılar.. 

Ara

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 18:51

8


Bu ara yine bir şeyler oluyor bana çok da detaya girmek istemiyorum. Zaten ergenler gibi oldum her ay en az bi kere "bu ara şöyleyim bu ara böyleyim" diyip duruyorum salak salak.

Pek yazasım gelmiyor. Hatta ölüm yıldönümü nedeniyle Zeki Müren hakkında bir yazı yazmıştım onu bile tamamlayıp koymak gelmedi içimden. Öyle nedensiz değil bu sefer aslında. Var bir kaç nedeni de dile getirmek istemiyorum. Belki şu alttaki veda yazısının etkisine de girmiş olabilirim.

Neyse efendim bir süre yokum ben yine. Hep habersiz kayboluyorum bu sefer haber vermek istedim.

Dönerim bi ara belli olmaz benim sağım solum.

Gelene kadar kalın sağlıcakla.

Veda

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 02:54

30

İnsan çocukluğuna ne kocaman olunca; ne de okullar bitirip, çoluk çocuğa falan karışınca veda ediyor.

İnsan çocukluğuna en çok vedalarla veda ediyor.

Yine izliyorsun çizgi filmleri, yine oynuyorsun belki gerçek çocukların bile oynamadığı o oyunları, yine hoplayıp zıplıyorsun koca tipine bakmadan ama; vedaların çoğaldıkça artık eskisi gibi olmadığını biliyorsun her şeyin.

Her vedada biraz daha uzaklaşıyorsun o çocukluktan.

O veda; en sevdiğin arkadaşının beraber büyüdüğünüz şehri terk etmesi oluyor bazen,

Michael Jackson'ın, Barış Manço'nun ölmesi oluyor;

Çok sevdiğin bi yere sırf ordaki anılardan korktuğun için gidememek, sevdiğin o şarkıyı artık dinleyememek, o filmi, o sahneyi izleyememek oluyor.

Canın vedalarla yandıkça, o yanmadan çok, çocukluğunun seni terk etmesine üzülür oluyorsun aslında.

Belki artık eğlendirmiyor seni çizgi film izlemek ama; sırf sembolik de olsa o çocukluğa tutunmak için izliyorsun kim bilir.

Ben çok veda yaşadım şimdiye kadar. O vedalar kadar da uzaklaştım çocuk olmaktan.

Yaşadığım vedaların neredeyse tamamında da hep veda edilen, kalan taraftaydım.

Hep ben uğurladım en sevdiğim arkadaşlarımı otogarlarda, havaalanlarında.


Kalmanın en zor tarafı giden kadar rahat olamamak.

Gidene güç vermek için mi bilmem ama ben vedalarda kendim gibi olamıyorum sanki. İçime bir şey oturuyor ve o oturan şey beni ortamdaki en rahat insan gibi gösteriyor, en güçlü en umursamaz gibi.

Avantaj gibi duruyor biliyorum ama öyle değil ki..

Bunu ilk kez çocukluk kahramanım Teyzem'e veda ederken yaşamıştım.

Teyzem.

Bugün bir sürü şey hakkında ukalaca ahkam kesiyorsam en büyük sebeplerinden biri olan kadın. Atilla Atalay'ın Sıdıka'sı bir nevi.

Teyzem artık aynı şehirde olmamak üzere ayrılacağı zaman herkes salya sümük düeti halinde etrafında dolanırken o beni en sona bırakıp on dakika sarılıp ağlamıştı.

Bense sadece gülümsemiştim ona sarılırken hayatımda hiç gülümsemediğim şekilde. Hayatımdaki en soğuk gülümsemeydi herhalde o gülümseme.

Arabaya binip gittiğinde ise baktım öyle salak salak.

Kahramanım çekip gitmişti ve artık eskisi gibi de olmayacaktı biliyordum ama tek gözyaşı dökmemiştim.

Anneannem'in gidişine kadar anlam verememiştim buna.

Anneannem.

Ben ona anneanne demiyordum aslında. Anne diyordum.

Hani hep "Senin hiç annen öldü mü?" gibi cümleler kurarlar ya filmlerde şarkılarda; işte ben onu demeyeceğim de ona benzer şunu söyleyebilirim herhalde : Siz hiç bir insanın son isteği oldunuz mu?

Ben onun son isteğiydim.

Buz gibi bir ifadem vardı o anda bile.

7 saat sonra ölecek hastalıktan tanınmaz hale gelmiş o kadın benim elimi tutarken etraftaki herkes dünyanın en acıklı sahnelerinden birinin etkisiyle ağlayarak gözlerini bize dikmişken, benim adımı sayıklayan anne dediğim kadın elimi o hastalıktan eser yokmuş gibi sımsıkı sararken ben yine buz gibiydim.

Ben niye böyleydim ki?

Her şeye tepkisini en açık ifade ile gösteren, "erkek adam ağlamaz" denen yerde bile "sokarım erkekliğine" diyen ben nasıl bu vedalarda böyle böyle buz kesiyordum?

Bilmiyorum ama sanırım çocukluğuma vedaydı onların hepsi. O yüzden galiba. Bilmiyorum ki.

Aşık olduğum kadınlara veda ederken o vedaların hakkını en ala şekilde verip koyveriyordum; aşk acısı dolu kliplerimizi çekiyorduk sevdiceğim olan insanlarla ama çocukluğuma veda ederken işime gelmiyordu kendim olmak.

Numara yapıyordum sanki.

"Gelelim haftanın şarkısına" diye bağlasam şimdi küfredersiniz herhalde.

Ama valla oraya geleceğiz.

Peki niye böyle bir yazı yazdım ki?

Çünkü Lhasa'nın şarkısı bu haftanın şarkısı.


2010'a girildiği gün yani yılbaşı gecesini evde geçirmeye karar vermiştim. Aramadım kimseyi, plan program yapmadım, teklifleri de geri çevirdim. Öyle müzik falan dinledim tüm gece. Sonra tesadüfen Lhasa De Sela'yı keşfettim o gece. "De Cara a la Pared"i dinledim neredeyse yüzlerce kez. Kilitlendim kaldım.

Aklıma vedalarımı getirdi Teyzem'e, Anneannem'e, eski aşklara, arkadaşlara; hayatımda içinde hüzün olan ne varsa yaşadım her dinleyişimde teker teker. Aynı şarkıda anneannem de geldi aklıma, aşkından süründüğüm kadın da, Barış Manço da, Six Feet Under da. Alakalı alakasız her türlü hüznü yaşadım her dinlediğimde.

Ertesi gün kimmiş bu hatun diye bakayım dedim ayılınca.

Benim Lhasa'yı keşfettiğim günün; Lhasa'nın hayatındaki son gün olduğunu öğrendim. 37 yıllık ömrünün son günüde keşfetmişim bu sesi.

Samanyolu Tv'deki "hidayete erme" temalı hikayeler gibisinden bir şey diye anlatmadım. Öyle de değil zaten. Sadece o geceden sonra ilk kez bu hafta dinledim tekrar Lhasa'yı ve bunları yazmak istedim.

Neyse; böyle işte.

Siz şarkıyı dinleyin ben gidip oyun oynayacağım şimdi.


Lhasa De Sela - De Cara a la Pared
Llorando
De cara a la pared
Se para la ciudad
Llorando
Y no hay más,
Muero quizás.
Ha! dónde estás ?

Soñando
De cara a la pared
Se quema la ciudad

Soñando
Sin respirar
Te quiero amor
Te quiero amor

Rezando
De cara a la pared
Se hunde la ciudad

Rezando
Santa María
Santa María
Santa María

Muriendo

Hayata Dair 3,5 Saniye

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 17:51

2

Vimeo'da gezerken rastladığım İsrailli Eran Hilleli'den "Three and a Half Seconds About Life" adında kısa bir animasyon.

"Haftanın Videosu"nu es geçmeyelim dedim.

Three and a Half Seconds About Life



* Eran Hilleli'nin diğer çalışmalarının da yer aldığı kişisel sitesi için buna tıklayın.

Milli Takım vs. Milli Takım

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 03:00

29

İki günde iki milli maç oynandı ülkenin en çok sevilen iki spor dalında. 

İkisinden de galibiyetle ayrıldık.

Beni bu yazıyı yazmaya itense bu iki takıma bakış açım, açılarımız.


Dün futboldaki Belçika; bugünse basketboldaki Slovenya maçlarını izlerken tepkilerimin ne kadar birbirinden ayrıldığını fark ettim. Aslında uzun zamandır farkındaydım bunun da iki maç art arda olunca bu farklar daha bariz bir şekilde çıktı ortaya.

Zira dün gece ikide iki yapmamızı sağlayan çok önemli galibiyeti getiren gollerde ne kadar ruhsuzsam; bugünkü basket maçında bir o kadar heyecanlı, her baskette yerimden sıçrar bir haldeydim.

"İki maçın önemi ve anlamı farklı" diyebilirsiniz tabi ki. Hani biri telafisi olan bir grup maçı diğeriyse kaybedildiği takdirde turnuvaya veda edilen çok daha zor ve önemli bir maç. Ama bahsetmek istediğim farkların maçların önemiyle pek de alakası yok aslında.

Bahsetmek istediğim iki takıma karşı hissettiklerim.

İtiraf ediyorum ki; ben basketbol takımımızın onda biri kadar bile sevemiyorum futbol milli takımımızı. Hatta daha da açık olayım :

Ben futbol milli takımımızı hiç sevemiyorum.

Bunun başarıyla falan da alakası yok inanın. Hatta en başarılı oldukları dönemde bile bir sempati besleyemiyorum futbol takımına.

Şimdi "vay vatan haini" diyen bir kitle okumuyordur herhalde burayı umuduyla iki takıma karşı hislerimin bu kadar farklı olmasının nedeni olarak gördüğüm bir kaç şeyi irdelemek istiyorum izninizle ;

Futbol milli takımımızın kaptanı Emre Belözoğlu'dur, Emre galip geldiğimiz maç sonrası bile kendisini eleştiren bir gazeteciye hem de binlerce insanın önünde kol hareketi yapar; baskette kaptan Hidayet'tir. O galibiyetten sonra kendisine mikrofon uzatan muhabire sarılıp tezahürat yapmaya başlar.

Futbolda Mesut Özil, Gökhan İnler, Eren Derdiyok, Serdar Taşçı fark edilmeyip elden kaçırılı; fark edilen Borussia Dortmund'un yıldızı Nuri Şahin; Selçuk Şahin'in bile sahada olduğu takıma giremezken; basketbolda Ersan İlyasova Özbekistan'dan keşfedilir; adını duymadığımız Engin Atsür NCAA'den direkt olarak takıma monte edilir.

Futbolda kaybettiğimiz zaman İsviçre maçındaki gibi bizzat futbolcularımızın ve teknik heyetimizin içinde olduğu olaylar yaşar; antrenörümüzün rakibi tekmelediği, oyuncularımızın rakiple tekme tokat kavga ettiği sahnelere şahit olurken; basketbolda oyuncularımız rakibinin elini sıkar, deplasmanda bile olsa rakip taraftarı bile alkışlayarak soyunma odasına gider.

Futbolda kendi taraftarınca bile sevilmeyen, hatta kendi kulubünde bile oynatılmayan demirbaş adamlar mutlaka milli takıma çağrılır; basketbolda ise sadece hak edenlere forma verilir. Yeri gelir Mehmet Okur gibi bir AllStar bile kadroya davet edilmez.

Futbol takımı eğer bir turnuvaya gitmeye hak kazanmışsa o dönemki reklam cıngıllarından sloganlar oluşturulurken; basket takımının şarkısı da sloganı da hep "12 Dev Adam"dır.

Futbol takımı en büyük başarılarda bile takım olamadığı için eleştirilirken; basketbol takımı takımdır.

Futbol takımı büyük bir zafer kazandığı zaman muhtemelen sokaklarda kargaşa çıkar, kornalar gece geç saatlere kadar öttürülür, havaya ateş açanlar yüzünden birileri yaralanır veya daha kötü senaryolar ortaya çıkar; basketbol takımı zafer kazandığı zaman hiç bir şey olmaz.

Futbol takımının maçlarını anlatan spiker hakem lehimize bariz bir hata yapsa bile bunu es geçer, tersi durumda hakemi hedef gösterir, oyuncularımızı her zaman haklı ilan eder; basketbol maçlarını Murat Murathanoğlu anlatır; hem coşturur en güzel şekilde ama coştururken bile eğriye eğri doğruya doğru der hak yemez.

Futbol maçlarını Ömer Üründül yorumlar ağzından "oeeevvvvv, gol oldu, futbol çok enteresan, aut oldu" gibi yorumlar çıkarken; basketbol maçlarını Kaan Kural, İhsan Bayülken, Murat Didin gibi isimler yorumlar adeta maçı yaşatırlar.


Futbol takımı Dünya Kupası'nda yarı finale çıkınca Hakan Şükür saha ortasında takım arkadaşlarına "Kıskananlar çatlasın" diye slogan attırırken, basket takımı Dünya Şampiyonası'nda yarı finale kalınca Hidayet ve Ömer sevinci taraftarla paylaşır.

Futbol takımının en yeteneksizi Sabri'dir; en iyi gününde bile çekilmez; basket takımının en zayıf halkası Ender'dir; en kötü gününde bile mutlaka iyi işler başarabilir.

Futbol takımımız dünyanın en antipatik takımlarından biriyken; basketbol takımımız tüm basketbolseverler tarafından sempati duyulan bir takımdır. 
Basketbol takımımız sportmendir; futbol takımımız değildir.

Biliyorum ki haddinden fazla abarttım. Gittim en uç örnekleri hatta konuyla hiç alakası olmayan şeyleri buldum ve iyice yerin dibine soktum futbol takımını farkındayım.

Ama örneklerin hangisi uydurma ?

Ha derseniz eğer "E zaten futbol takımları hep böyledir, basketbol zaten daha sportmence bir oyundur" falan diye o zaman da size daha farklı örnekler veririm. Misal Yunanistan basket takımı hiç sevilmez. Daha bir kaç gün önce sırf İspanya ile eşleşmemek için Rusya'ya bilerek kaybeden bir takım Yunanistan.

Peki ya Sırplar?

Yugoslav faulü diye bir şey var dünya basketbolunda daha ne olsun.

Daha turnuva öncesi hazırlık turnuvasında Sırp ve Yunan basketbolcular bildiğin meydan dayağı attılar birbirlerine. Bakın şurdan izleyin. Hazırlık maçı bu yahu.

Bizim basketbolcuların bırakın hazırlık maçını hangi önemli maçta o hale geldiğini gördünüz?

Yani diyeceğim şu ki antipatik olacak olduktan sonra basketbolda da bu gayet mümkün.

Peki ya futbolda UEFA'da en çok ceza dosyası olan ülke hangisi? 

Diyorum ya belki fazla abarttım belki biraz kötü niyetliyim ama ben sevmiyorum futbol takımımızı yukarıda saydığım ve daha çoğaltabileceğim şeylerden dolayı.

Basketbol takımımızı ise isterlerse her turnuvayı hüsranla kapatsınlar her zaman yürekten destekliyorum.

Son söz Okay Karacan'dan gelsin :

Bu sıcaklığı futbol milli takımdan görebilir misiniz ? Muhabirin yanında ülkeyle birlikte eğleniyorlar, sevimli, egosuz ve aslan gibi samimi.

Kısa Kısa 9

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 01:32

18

Grooveshark'ı da kapattılar sonunda çok şükür. Eğer bilgisayarınızda çeşitli ayarlar falan yoksa yanda her hafta yenilediğim "Haftanın Şarkısı"nı dinleyemeyeceksiniz muhtemelen. Malum ülkemizin birlik beraberlik ve bütünlüğünü parçalayacak videolar izlenilmesin, çok değerli pek güzide sanatçılarımızın hakları gasp edilmesin diye bu tip kararlar alınıyor. Çok yararlı çok faydalı. Devamını da bekliyoruz.

Ben çok örnek bir vatandaş olduğum için ne youtube'a girer bir şeyler izler, ne grooveshark'dan müzik dinler ne de google'dan bir şeyler aratırım. Türk bayrağı duvarkağıtlı bilgisayarımla internete girer, kahramanlık öykülerimizin anlatıldığı videoları izler, sadece marşlarımızı dinlerim. Keşke herkes benim kadar örnek bir vatandaş olsa. Keşke.

Binali Yıldırım diye bir bakan var bu ülkede ve yıllardır var bu adam. Onun döneminde neredeyse her üç ayda bir büyük bir tren kazası yaşanıyor, internet siteleri yasaklanıyor, türlü saçmalıklar dönüyor ama bu adam hep sabit. Herkes gidiyor ama o hep koltukta. Teknolojiden, iletişimden, ulaştırmadan sorumlu bir bakan bu adam. Yani o konularda bu ülkedeki en yetkili insan. Ama site kapatılmasından sonra "Ne işiniz var elalemin sitesinde" diyor. Biz de gelmiş yok şöyle yok böyle diye ahkamlar kesiyoruz.

Başbakan basketbol maçını izleyecek diye ponpon kızlar sahaya çıkartılmıyor. Neden? Ben buna herhangi mantıklı bir açıklama getiremiyorum. Hoş mantıklı açıklama getirebildiğimiz şeyler azınlıkta zaten ama bu ponpon kız meselesine acayip derecede takıldım. Utandım resmen bu olaydan dolayı. Hani orda burda "İran olacaz çarşaf gelecek" diye saçmalayanlardan olmadım hiç bir zaman ama nedir bu bağnazlık?

Bir de o kızlara ne dediler acaba?  "Bu akşam başbakan gelecek siz yoksunuz kızlar" mı dediler? Bu kızlar "Biz ne yapıyoruz ki başbakanın önünde uygunsuzuz diye bizi çıkarmıyorlar" diye düşünmedi mi? Ayıp olmadı mı şimdi o kızlara?

Kadın voleybol takımının maçlarına hiç gitmesin devlet büyüklerimiz. Onlar ponpon kızlardan daha açık seçik giyiniyorlar. Bi de eğiliyorlar falan. Çok sakıncalı.

Ponpon kızların basketbol salonuna girmesini yasaklarsan, türbanlı kızların üniversiteye girememesi saçmalığını nasıl ortadan kaldıracaksın? Kim inanır senin samimiyetine?

U2'dan da Bono'dan da zerre hazzetmem.

Emmy ödüllerine sinir oldum. Dexter gibi muhteşem bir sezon yaşatan bir dizi yerine Mad Men saplantısına anlam veremiyorum. Allahtan bana göre son yıllarda Dexter'la beraber çekilmiş en iyi dizi olan Breaking Bad'den Bryan Cranston ve Aaron Paul duble yaptılar da en azından teselli bulduk.


Michael C.Hall yaşayan en iyi genç aktörlerden biri bana göre. Dexter'ın son sezonundaki performansıyla da fazlasıyla hak etti ödülü ama Breaking Bad'i izleyen biriyseniz Bryan Cranston'ın Walter ya da nam-ı diğer Heisenberg karakteri ile ödül almasına şaşırmazsınız. Dexter rolünde Hall müthiştir evet ama Breaking Bad, Dexter'dan çok daha fazla oyuncuların performanslarıyla giden bir dizi ve hem Cranston hem de Pinkman rolündeki Paul muhteşemler.

Hugh Laurie'ye de ayıp oluyor artık.

Breaking Bad, Dexter, House gerçekten harikalar ama şunu 10000.kez söylüyorum ki gelmiş geçmiş en iyi dizi Six Feet Under'dır. Ardından da OZ gelir. (bunu durmadan söyleyeceğim)

Hayatımda çok zor anlar da yaşadım; kendimi tutamadığım ağladığım, dayanamadığım, güçsüz kaldığım dönemler oldu. Bazen günlerce uyumadım, yemedim, içmedim kimselerle görüşmedim nice çile çektim ama hiç biri oyuna girmek için kenarda beliren Selçuk Şahin kadar eziyet çektirmedi bana. Gerçekten anlam veremiyorum. Hani halısaha maçlarında adam eksik olunca futbolla hiç alakası olmayan bir arkadaşınızı çağırırsınız ya; kızmazsınız da ona hata yapınca falan çünkü iyi çocuktur ve sizi kırmamak için gelmiştir. İşte diyorum Selçuk da öyle çok iyi bir insan da ondan mı 7 yıldır Fenerbahçe'de oynuyor acaba?
Hayır bir de milli takıma falan da alıyorlar adamı. Alan da Guus Hiddink. Geçen sene oyuna Essien'i sokan adam yapıyor bunu. Zaten Cristian'dır, Bilica'dır yeterince kafayı yediriyor bir de oyuna giren oyuncu 21 numara Selçuk... Off offf...


Blogun temasını değil de (çok meşakatli o) şu bannerı bi değiştirelim diyorum. Bu konuda "ben bir şeyler deneyeyim" diyenler şu linkteki bannerın üzerinde bir şeyler deneyebilir. İlla belirli bir şeye(House, Alex vs.) takılmak zorunda değilsiniz. Kafanızdaki HBBA imajına göre yapabilirsiniz bir şeyler. Açığım her şeye. İlgilenenlere şimdiden teşekkür; "lavuğa bak bir de milletten kendisine logo yapmasını istiyor" diyenlere de şimdiden aşk olsun.

Ünlü birileri gelince karşısında kul köle olma yavşaklığından utanıyorum (Fazıl mod) Tamam ilgilenin de bokunu da çıkartmayın. Her şeyin bir dozu var. Daha iki maç oynamadan omuzlarda taşıyorlar ya futbolcuları o hesap.

Cuma geceleri Star'da Gecekondu diye bir talk show/dizi var ki sormayın. Son zamanlarda televizyonlarda izlediğim en harika işlerden biri.


Efendim blog, friendfeed, twitter, facebook, formspring derken tumblr'a da el attım. "Aman bir şeyden de eksik kalma" dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız efendim ne diyim. Orda ne yapacağıma gelince de daha çok resim, foto ve şarkı üzerine bir şeyler paylaşacağım. Buraya haftada bir şarkı koyuyorum üzerine bir yazı yazıp. Twitterda bazen şarkı linkleri paylaşıyorum. En iyisi her gün tumblr'a bir şarkı koyayım da bu da bir düzene girsin dedim.
Şu linkten takibe alabilirsiniz.

Bu Kısa Kısa da burda bitsin. Zaten bu Kısa Kısa'lar normal yazılardan daha uzun oluyor şimdi fark ettim.

Dönüş

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 17:34

12

Reşit Bey'in ilk gördüğü anda tutulur kendi tarlasında ona kafa tutan Gülcan'a.

Gülcan benzemez daha önce gördüğü hiç bir kadına, hiç bir insana, hiç bir şeye..

Uyuyamaz, yiyemez, düşünemez doğru dürüst.

"Senin gibi bir bey tarlada çalışan ırgat bir kıza..." diyen adama şöyle cevap verir :

Takıldı kafama. Hali, cüreti, öfkesi....

Aynı adam şu cümleyi kurar sonra :

Bu işin tek bir yolu vardır : Ayağına düşür; işini bitir.


O cümle ile Reşit Bey önümüzdeki 70 dakika boyunca sadece Gülcan'ı değil biz izleyicileri de mahvedecek bir sürü şey yapar.

Dönüş öyle bir filmdir ki; içinde binlerce klişe, abartılı karakterler, haddinden fazla trajik öğe ve daha bir sürü "yok artık daha neler" denecek şey barındırır.

Ama Dönüş öyle bir filmdir ki; tüm bunlar olurken; yani tüm bu klişeler, abartılar, talihsizlikler yaşanırken en göğsü kıllı adamı bile elinde tuvalet kağıdıyla(kağıt mendil yetmez) salya sümük bırakır.

Hani derler ya "rolünü yaşıyor" diye işte o cümlenin vücut bulmuş halidir Türkan Şoray'ın Gülcan karakteri.

Türkan Sultan gerçekten hasretle uğurlar Alamanya'ya giden İbrahim'i, gerçekten kafa tutar Reşit Bey'e, gerçekten de tarlada oğlunu doğurur bir yandan sevdiği adama baka baka ve gerçekten de bırakmaz ölen evladını. "Kızım ver gömelim çürüyecek" diyen köylülere "Babası gelmeden gömmem" derken gerçekten de söyler o lafı.

Gerçekten gelmeyeceğini; gelse bile artık "öyle" gelmeyeceğini bilir halde bekler sanki İbrahim'i.

Yönetmeni de kendisidir Dönüş'ün.

Hani, diyorum ya bir sürü klişe var abartı var da bilmem ne de falan diye.. Ama işte Bertolucci gelse Türkan gibi çekemez bu filmi. Onun gözünden çekemez. Onun kadar gösteremez bize Gülcan'ın gerçekliğini.

Filmin sonunda tükenmiş, biçare halde öyle amaçsızca yürürken Gülcan; Seha Okuş öyle bir girer ki şu an sıfat bulmakta zorlandığım sesiyle "Hasretinle yandı gönlüm.." diyerek..

Ben bu şarkıyı hiç böyle dinlememiştim dersin o "Yandı yandı, söndü gönlüm" diye devam ederken.

...ve İbrahim girer kadraja devrilmiş bir arabada yanında başka bir kadınla.

Hiç bir zaman beklemekten caymadığı İbrahim'in cansız elini tutarken Gülcan "Dönüşün böyle mi olacaktı" der sadece içinde hala "seni seviyorum"u barındıran bir sitemle.

Öfkelenemez bile kendisini aldatan, bin bir acıyla bırakan sevdiği adama.

"Gidecektin gelmez oldun, halimi hiç sormaz oldun" derken Seha Okuş; Gülcan sevdiği adamın başka bir kadından olan çocuğuna öyle bir sarılır ki, o sarılmayı Türkan Sultan öyle bir yaşatır ki, yönetmen Türkan Şoray bize o sarılmayı öyle bir gösterir ki..

Öyle işte...

Bu kadar.



Seha Okuş - Hasretinle Yandı Gönlüm
Hasretinle yandı gönlüm
Yandı yandı söndü gönlüm
Evvel yükseklerden uçtu
Düze indi şimdi gönlüm

Aramızda karlı dağlar
Hasretin bağrımda kışlar
Başa geldi olmaz işler
Yokluğundan öldü gönlüm

Gözlerimde kanlı yaşlar
Hasretin bağrı kışlar
Başa geldi olmaz işler
Yokluğundan öldü gönlüm

Gelecektin gelmez oldun
Halimi hiç sormaz oldun
Yaralarımı sarmaz oldun
Yokluğundan öldü gönlüm

Aramızda karlı dağlar
Hasretin bağrımda kışlar
Başa geldi olmaz işler
Yokluğundan öldü gönlüm

Gözlerimde kanlı yaşlar
Hasretin bağrımda kışlar
Başa geldi olmaz işler
Yokluğundan öldü gönlüm

* Şarkıyı yan taraftan; o açılmazsa da burdan dinleyebilirsiniz. Malum grooveshark'ı da kapattılar açılmayabilir.

** Dönüş filmini izlemek içinse buna tıklayın.

Stillness of the Mind

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 20:10

7

Yakın takipçiler bilir ki bu blogu açmamdaki en büyük etkenlerden biri filmler üzerine yazılar yazma isteği idi.

Film yazıları ağırlıkta olacak ama blogun adına uygun biçimde diğer konuları da ihmal etmeyecektim. Gelin görün ki zaman içinde blog neredeyse tamamen "diğer" konular üzerine dönmeye; sinema yazıları ise azınlıkta kalmaya başladı.

Sonra bunun önüne bir nebze de olsa geçmek için "Son 20 yılın En İyi 100 Filmi" serisini oluşturma fikri düştü aklıma. Hem düzenli olarak film yazıları yazabilecek hem de blog dünyasındaki en kapsamlı yazı dizilerinden birine imza atmış olacaktım. Listeyi hazırladım, yazıları yazmaya başladım ama araya başka şeyler girdi ve seri daha başında sekteye uğradı. Şimdi o şeylerin ne olduğunun detayına girmeyeyim ama bu seriyi gerekirse adını değiştirip "Son 21 Yılın En İyi Filmleri" yaparak da olsa bir şekilde tamamlayacağım ama şu ara değil.

Bu zaman zarfı içinde ise listeye girip çıkanlar oldu. Hatta üst sıralara bodoslama giren filmler de oldu.

Bunlardan biri de "A Single Man "



Şimdi film hakkında çok detaylı bir yazı yazmak istemiyorum çünkü gerçekten o serinin içinde uzun uzun bahsetmek istiyorum bu filmden. 

Ama yine de bu muhteşem filme "haftanın şarkısı" kisvesi altında da olsa değinmek istedim.

A Single Man, Tom Ford'un beni çok şaşırtan harika yönetmenliği; anlatmaya kelimelerimin yetmeyeceği görselliği; hayatının performansıyla Colin Firth'ün muhteşem oyunculuğu; ona eşlik eden ve aşık,çaresiz bir kadının zerafetle birleşimini yansıtan Julian Moore'un harika performansı ile mutlaka izlenmesi gereken bir film.

Ama bu filmin kusursuz bileşimlerinden en önemlilerinden biri de filmin müzikleri.
Özellikle her ne kadar sözleri olmasa da "haftanın şarkısı" olarak seçtiğim ve albümün tamamında imzası bulunan Polonyalı müzsiyen Abel Korzeniowski'nin "Stillness of the Mind"ı başta olmak üzere harika parçalardan oluşan bir soundtrack albümüne sahip film.

Sadece bu parça değil tüm soundtrack albümünü dinlemenizi tavsiye ederim. Abel Korzeniowski'nin yanı sıra "In the Mood For Love"ın eşsiz müziklerine imza atmış Shigeru Umebayashi'nin de filmin müziklerinde imzası var.

Hikayesi, karakterleri, oyuncuları, görselliği, müzikleri ile hatta sadece açılış ve final sahneleriyle bile izlenmeyi hak eden tablo gibi bir film A Single Man.

Stillness of the Mind - Abel Korzeniowski 


* Abel Korzeniowski'nin web sitesi için buna tıklayabilirsiniz.

6 Yıldır Alkışlarla Yaşıyoruz

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 19:12

19

Bugün 25 Ağustos 2010.

AlkışlarlaYaşıyorum'un 6.yaş günü.

Açıldığı günden itibaren kısa sürede kendi dilini yaratan ve bir fenomene dönüşen; sadece nostaljik içerikleri ile değil videoları, nev-i şahsına münhasır kullanıcıları ve kullanıcı yorumları, yazıları, başka yerlerde bulunması çok zor olan bin çeşit içeriğiyle hayatımızda önemli yer edinmiş; hepsinden öte bir Zeki Müren hayranı olarak ismiyle bile tarafımdan alkışı hak eden bir site Alkışlarla Yaşıyorum.

Ben de gündelilk hayatta bile artık ağzımıza pelesenk olan pek çok espriyi hayatımıza sokan bu site için 6.yılı anısına bir inceleme yazısı yazmak istedim.

Aslında tam bir yazı da değil bu. Sadece kişisel olarak en beğendiğim Alkışlarla Yaşıyorum videolarını kısa yazılar eşliğinde paylaşmak istiyorum.

10 video koyacaktım bu yazıya ama inanın kıyamadım ve sayı 15'e çıktı.

İşte bana göre Alkışlarla Yaşıyorum'un gelmiş geçmiş en iyi 15 videosu :

15 - Beyaz Güvercinler ve Manyak Sunucu

Efendim öncelikle içinde bulunduğumuz kutsal Ramazan ayı itibari ile sizleri uyarmak istiyorum. Zira izleyeceğiniz videoyu eğer oruç tutuyorsanız sakın izlemeyin. Çünkü videoyu izledikten sonra "Ortodoks mezhebine geçmek, Vatikan'a yerleşme kararı almak, bir şişe viskiyi kafanıza dikmek" gibi durumlarla karşı karşıya kalabilir; ayılığınızda kendinizi çok ama çok pişman hissedebilirsiniz. Dilerseniz önce iftarı bekleyip öyle izleyin bu videoyu.

Oruç tutmayan arkadaşlar haydi gelin bepberaber bipbirlikte izleyelim bu videoyu :



14 - Geleceğin Nihat Doğan'ı

Benim için çok ama çok önemli videolardan biri bu. Zira bu videoyu keşfettiğim dönemde günde minimum 15 kez izler içinde bulunduğum tüm sıkıntıları bir kenara bırakır hayata bambaşka gözlerle bakmayı başarabilmiştim. Şimdi bu yazı için tekrar izlediğimdeyse bunda en ufak bir değişme olmadı sevgili okuyucular.

Efendim arkadaşımız kanı kaynayan bir ergen. Bu ergen kardeşimiz "ne yapayım da şu içimdeki ergen enerjisini atayım" diye düşündüğü bir gün aklına webcam karşısında playback yapma fikri geliyor ve olaylar gelişiyor.

Özellikle kafa haraketlerine ve "tutsaaak bu gööööönüüüll saaanaaaa tutsaaaakk" esnasındaki desibel yükselişine dikkat :



13 - Çin İşkencesi  (+18 Zihinsel Gelişimi Zedeler)

Bu video öncesi her ne kadar tanıtım yazısında bir uyarı olsa da ben yine de ekstra bir uyarıda bulunmayı bir zorunluluk olarak görüyorum efendim. Özellikle 15 numaradaki Beyaz Güvercinler ve Manyak Sunucu  videosunu sağsalim atlatabilen arkadaşlar ikinci bir şokla karşı karşıya kalabilir ve bu seferki hasar sadece dinden çıkmakla kalmayabilir.

6 dakika 10 saniye boyunca bu şarkıyı son seste dinler sanatçı arkadaşlarımızı gözünüzü kırpmadan izlerseniz siz bu hayatta her türlü zorluğu atlatabilirsiniz.



Şahsen ben bunu atlatmıştım ama bir üst leveli 13 dakikalık şu versiyonunu izledikten sonra bir süre yemeğimi kamışla vermek zorunda kaldılar bana


12 - Sivaslı Teyze ve Arkadaşı Güldane Hanım

Efendim Sivas'ın yerel televizyonu TV 58 Sivas sokaklarına çıkar ve halkımızın telefon faturalarının yüksekliğinden şikayetçi olup olmadığı hakkında röportajlar yapmaya başlar. Derken "Sivaslı bir teyze nasıl olur?" sorusunun tam karşılığı olan bir teyzemize rastlarlar.

Teyzemiz sorulan soruyu bir muhabir değil de sanki torunu sormuş gibi cevaplarken mahalleden arkadaşı Güldane Hanım'a rastlar.

İşte bir "hingel", bir "sübra" tadındaki röportaj :



"Bahalı"


11 - Sıradışı Dans Figürleri & Çatla Patla 


Daha önce bu video ile ilgili bir yazı yazmıştım. 

Defalarca izlenmesi; her izleyişte "Sarılı, Rooney, Adidaslı, Muhammet Ağbi.." gibi her karaktere ayrı ayrı odaklanılması gereken bir video. 

Bir fenomen...

Dıdıdıdıdıdıddıdıdıdıdıdııd diiiiiiiiiii ceeeeeeeeeeeeey!!!!!!!!
Hadi Muhammet Ağbi hadi ayıp sana yaaa!!!



10 - Ütü Masası ve Döşek Dekorlu Karizmatik Fotoğraf Çekimi

Ergen olmak zor iş efendim.

Hele internet çağında ergen olmak çok daha zor iş.

En zoru ise menopozlu bir anneye sahip bir ergen olmak.

"Salak yemin ederim gerizekalı bu çocuk"




9 - Bülent Başgaaaaaaaaaaaan!!!

-30 derece..

Sivasspor Trabzonspor'u yenip şampiyonluk yarışında önemli bir engeli daha aşmış.

Maç sonu Bülent Uygun ile röportaj yapılıyor.

Derken devreye fanatik yiğidolar giriyor :



"Omuğaaaa goduuuuk Bülent Başgaaaaaaaaaaan!!!"


8 - Kendilerineeee Bağlaaaadılaaaar!!!

Devlet Bahçeli ve video diyince herkesin aklına şu meşhur "40 Yapar" gelir ama benim için 1 numara bu videodur efendim.

Devlet Bahçeli kalabalığa konuşmasını yaptığı esnada o kadar insanın içinden hem de mikrofonsuz sesini duyuran ağbimizin yaptığı ortaya muhteşem bir bitiricilikle yanıt verir Devlet Başgan ama ağbimiz cevabı hiç kaale almadan haykırmaya devam eder :

Kendilerineeeee bağlaaaaadılaaaarrr!!!



7 - Beyin Bedava

Ben hayatımda böyle bir özgüven görmedim efendim.

O muhteşem açıklaması bir yana muhabire sanki 764. söportajını vermişçesine teşekkür ederek uzaklaşması yoku mu işte o benim bittiğim noktadır.

ÖSS sonrası sınav birincilerinin yaptıkları "sistemli çalıştım, düzenli beslendim, dersaneme borçluyum" gibi açıklamaları tarihe karıştıran beyanat:

Beyin bedava!!!



6 - Zileli Deli Cemal

Bu videoyu izlerken Cemal'in muhabir kızdan çok daha akıllı olduğunu düşünüyorum. Daha fazla toplumsal mesaj vermeden Cemal'e kulak verelim.

Saatin kaç ? Benimki Casio !!!



5 - Ne Dediği Anlaşılmayan Adam

Hayatımda bir futbol programında dinlediğim en harika yorum. Orduspor üzerinden sadece Türk futbolunun değil ülkemizdeki pek çok soruna parmak basan muhteşem bir analiz.



Anlayamayanlar için :

Herkes eğinin önüne koyacaklar burda en azından üjgelebedasurte eburge uşbeveş buniazmak zorla gızlınlkla evapicaklar...

4 - Ne Zaman Didim Hacı

Öğretmen ödevlerini yapmayan öğrencileri sorguya çeker. Olağan şüphelilerden Hacı ödevi arkadaşlarına haber vermemekle suçlanmakta; Memmet, 28 Numara ve Kırmızılı ise tamamen masum olduklarını ve tüm suçun Hacı'ya ait olduğunu ; zaten Hacı'nın sicilinin de aslında pek temiz olmadığını iddia etmektedirler.



Kişisel kanaatim; özellikle Memmet'in serzenişlerindeki gerçekliğe bakarsak bu olayın 1 numaralı zanlısı Hacı'dır. Memmet ve diğerleri gerçekten masumdur. Zaten Hacı kişeliyen bir yapıya sahiptir.

3 -Kardeş Ne Diyorsun Sen?

Milattan önce 6.yüzyılda Çin'de yaşamış ünlü düşünür Konfüçyüs der ki : Herkesin hayatına kimse garışamaz. Ben bu şekıl geyinirim bu bayan şu şekıl bu şekıl...

İşte Konfüçyüs'den yüzlerce yıl sonra bir başka düşünürün bu konu hakkındaki muhteşem açıklaması:



2 - Okuyom Ben Yaaa!!!

Bir apartman düşünün adı Aykut.

Ve o apartmanda Türk polisinin şimdiye kadar görmediği kadar naif  insanlar yaşıyor.

Özel Harekat Timleri balyozla kapıyı kırmak üzere oldukları halde hiç bir şey duymayan, polisleri görmeyen, kendi hastalığıyla uğraşan ve karşısında kar maskeli ekibi görünce "Sen yetkili bir ağbiye benziyon" diyecek kadar güzel insanlar onlar.

Hatta öyle kötü işlerle alakası olmadığını ispat etmek için eline karnesini alıp "Okuyom ben ya!!!" diyecek, o da yetmeyince gidip okul üniformasıyla imajını tamamlayacak kadar masum insanlar.




Burdan, 1 Mayıslarda, YÖK protestolarında polisten dayak yiyen tüm arkadaşlara şu kardeşimizi örnek almalarını ve "Kahrooolsunnn Ameeeeriikan Emperyaaalizmi, Eğitim Hakkııımız Söökee Söökee Alırız" gibi artık yavanlaşan sloganlar yerine topluca "Okuyom ben yaaaa" diye bağırmalarını tavsiye ediyorum


1 - Artis Ne Arar Lan Bazarda

Bence sadece AlkışlarlaYaşıyorum'un değil tüm internet dünyasının gelmiş geçmiş en komik en absürt en her ne varsa işte osu bu videodur efendim.

Üzerine yapılan geyikler artık baysa da, iki lafımızdan biri "artis mi ne artisi" olsa da bu video eskimez.

Zaten ne tıkırtııı vaaar ne sıkırtııı var efendim..




İşte bana göre AlkışlarlaYaşıyorum'un en iyi 15 videosu bunlar.

Biraz uzun oldu yazı ama eğlenceli bir yazı olduğu kanaatindeyim.

Son söz olarak başta Mesut Bahtiyar olmak üzere, Varmicaycen, Hoanes, Vogueman ve tüm AlkışlarlaYaşıyorum ekibine böyle bir site kurdukları ve interneti çekilir kılan bir kaç siteden birine imza attıkları için teşekkür borç biliyorum.

Bu arada içeriklerimiz yayınlanmıyor yönetim istifa!!!

Ha bi de site çok bozuldu...

Şaka len şaka alkışlarla yaşatıyorum sizi. Nice senelere.