Seçeceğimiz Yol

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 19:07

3

Aylardır, hatta yıllardır neredeyse birçoğumuzun hayatının dönüm noktası olabilecek olan seçimlere 1 haftadan daha az bir zaman kaldı. 80 darbesinden sonra doğanların nüfusun büyük bir kısmını kapsadığı toplumumuzda, ailelerimiz tarafından apolitik yetiştirilmiş, "Aman evladım sen olaylara karışma" öğütleriyle büyümüş bir çoğunluk olarak birçok seçim yaşadık ama sanırım bu kadar politize olduğumuz, hayatımızın merkezine siyaseti bu kadar almak zorunda kaldığımız bir dönem olmamıştı.

Özellikle Gezi'ye götüren süreç, Gezi Parkı Direnişi, 17-25 Aralık, tartışmalı 30 Mart seçimi, Cumhurbaşkanlığı seçimi, 4 rüşvetçi milletvekilinin mecliste aklanmasının sığdığı şu son 2,5-3 yılda; bindiğiniz otobüste, vapurda tanımadığınız insanlarla bile kendinizi siyasi tartışmaların içinde bulmayı bırakın sevgilinizle yediğiniz romantik bir akşam yemeğinde bile gündeminiz eninde sonunda siyasi mevzulara gelip dokunur hale geldi.

Peki neydi bizleri bu kadar politize eden?

Neydi akşamları televizyonda siyasi tartışmaları izler bir hale getiren?

Neydi hepimizin beyninde adeta bir ur gibi yerleşmiş, nefes almamızı zorlaştıran, zaten nadir hale getirdiği kahkahalarımızı atarken bile hemen ardından pişmanlık duymamızı sağlayan?

Şüphesiz ki bunun tek nedeni iktidar partisi olan AKP ve başındaki Recep Tayyip Erdoğan'ın özellikle 2007 yılından sonra toplumu "Kendisini destekleyenler ve desteklemeyenler" olarak adeta ortadan ikiye ayıran ayrımcı, ayrılıkçı, şiddet politikasıydı.

Aslında bu tabloyu daha iyi anlayabilmek için biraz daha geriye gidelim.

2002'de Bülent Ecevit, Süleyman Demirel(CB olsa da), Necmettin Erbakan (yasaklı olsa da), Tansu Çiller, Mesut Yılmaz gibi isimlerden ve temsil ettikleri siyasi oluşumlardan artık bıkmış olan Türkiye halkı "Yeni bir umut" olarak gördüğü Recep Tayyip Erdoğan ve partisi AK Parti'yi iktidara taşımıştı.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken okuduğu bir şiirden dolayı hapis yatmış, mütevazi yaşamıyla 'halktan biri' imajı çizen, bir basın toplantısında tek servetinin parmağındaki alyansı olduğunu, 3. köprünün rant için yapılmaya çalışıldığını ve çevre katliamı olduğunu söyleyen, hatta ve hatta kendisi hala siyasi yasaklı olduğu için seçime bile giremeyen Tayyip Erdoğan'ın Darth Vader misali karanlık tarafa geçişi ve dönüşümünü tamamlayışına şahit olduk son dönemde.

Kimilerine göreyse zaten saf kötülüğün vücut bulmuş haliydi ve sadece gücün eline geçişini beklemişti kendisi. Güç eline geçince de sadece toplumu ikiye bölmemiş aynı zamanda da yolsuzluk, israf, yalancılık, halkına zulmetme, kumpaslar düzenleme, yalancılık, dini değerler üzerinden siyaset yapma, manipülasyon, seçim hileleri, hırsızlık, kanunları-anayasayı çiğneme, İslami terör örgütlerine yardım gibi aklınıza gelebilecek neredeyse her suçu işleyen organize bir suç örgütüne dönüşmüştü AKP iktidarı.

Bunu gören ve adeta evrensel hukuka dair tüm suçları işleyen bu iktidarın hala destek bulduğunu, ortaya çıkmış tüm suçlarının nasıl örtbas edildiğini, Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren elde edilmiş tüm kazanımların nasıl birer birer yerle yeksan edildiğini gören toplumun yarısı isyanda iken, diğer yarısı ise sonradan aslında kendi söyledikleri gibi "Halka hizmet" amacıyla değil de adeta rant yaratıp kendi ceplerini doldurmak için yaptıkları hizmetlere kanarak AKP iktidarını ölümüne bir biatla savunuyordu.

Toplumun o kesimi için RTE ve partisi yollar, hastaneler, hava alanları, köprüler yaptığı sürece diğer yaptıklarının ve yasakladıklarının bir önemi olamazdı. Sonuçta "Adamlar yiyor ama çalışıyor" idi.

İşte çatışma da tam bu noktada başladı.

Tayyip Erdoğan'ın artık "yeme" ve "yedirme" alışkanlıklarının dışında, 2009'dan sonra kendisine destek vermeyenlere tahammülsüzlüğü baş gösterdi.

1 Mayıs'ı bayram ilan eden, Taksim'de kutlanmasına izin veren bir liderken, kendisini protesto eden bir genç kıza "Kadın mıdır kız mıdır belli değil" gibi cinsiyetçi, biber gazından hayatını kaybeden öğretmen Metin Lokumcu için "Beni ilgilendirmez" gibi vicdansızca yorumlar yapabilen birine dönüşmüşü. Ya da kimilerine göre artık "rol yapmıyordu".

Zaten "değiştik" diye başladığı yolda artık kendisi açık açık "Kusura bakmayın bu Tayyip Erdoğan değişmez" demeye başlamıştı.

"Bu kadarı da olmaz" dedikçe, "Biz bu millete hizmetkar olmaya geldik" diyen, tek serveti parmağındaki yüzüğü olan Erdoğan, karunlaşıyor, servetine servet katıyor, israfı meşrulaştırıp yasama yürütme ve yargı organlarının hepsini kendinde toplamayı başarıyordu. Artık zamanında beraber yürüdüğü topluluklara bile tahammülü kalmamış, destekleyen değil, biat eden bir güruhu yanında görmek istiyordu.

Hal böyleyken artık okuduğu üniversitenin anlamlı kalmayan, girdiği sınavların formalite icabı olduğunu gören, komik asgari ücretle sadece ev kirasını ödemeyi başaran, kredi kartlarına mahkum, her gün kadın cinayetleriyle uyanan toplumun yarısının, buna ses çıkarmayan ve zalimi sırtında taşımakta bir beis görmeyen hatta onu kahramanlaştıran, putlaştıran (ki yıllarca eleştirdikleri Kemalistlerin Tayyipist versiyonu oldular) güruhla arası gerildikçe gerilmeye başladı.

AKP'li kardeşiyle konuşmayan, AKP'ye oy vermedi diye en yakınını dinden çıkmakla itham eden iki tarafa bölünen toplum sonunda bu biriken öfkeyi dışa vurmaya başladı.

Bu biriken öfke şehirleri giderek betonlaşan, ayağını basıp da elektriğini boşaltacağı bir avuç toprağa muhtaç halkın bir kesimi Gezi Parkı'nda uzattığı böreğe biber gazıyla karşılık veren iktidarın polisine karşı isyan etti. Bu isyan giderek büyüdü ve tarihin en büyük sivil toplum hareketlerinden biri ortaya çıktı.

Sadece İstanbul'da değil tüm yurtta yüzbinlerce insan bu isyana katıldı.


İşte bu direniş belki de mevcut iktidar için köprüden önce son çıkış, karanlık taraftan aydınlığa son geçiş fırsatı, Neo'ya uzatılan mavi ve kırmızı haptan birini seçmek için son şanstı.

Tayyip Erdoğan o gün çıkıp betonlaşmış şehirlerinde kalmış sayılı yeşil alanlardan birini griye teslim etmek istemeyen gençler için "Sizi anlıyoruz, sizi de kucaklıyoruz" demek yerine; onları "bir avuç çapulcu ayyaş" olarak addetti.

Bu da yetmiyormuş gibi eylemler sırasında öldürülen gençleri terörist, kendisine yakın gördüğü genci ise "şehit" olarak kalabalıklara haykırdı. Hatta henüz 13 yaşında öldürülmüş olan bir çocuğun acılı annesini bile kalabalıklara yuhalatacak kadar sertliğin de ötesinde vicdansızca bir keskin çizgi çekti ve artık geri dönüşü olmayan bir yola girildi.

Artık toplum ikiye bölünmüştü. Ama bu bölünüş yıllarca "Ülkeyi bölmeye çalışıyorlar" diye feveran edenlerin dediği gibi Türk-Kürt bölünmesi olarak değil, "AKP'liler ve AKP'li olmayanlar" olarak vuku bulmuştu.

Öyle ki; koyu bir milliyetçi ile bir Kürt gördükleri adaletsizliklere karşı aynı safta yer alırken; Tayyip Erdoğan destekçileri ise bunu kendilerine karşı bir ittifak olarak görüyor, Erdoğan'ı daha da sıkı savunur hale geliyordu.

Gezi Parkı Direnişi'nden sonra artık memleketin yarısını kazanmak yerine, elindeki yarısına sıkı sıkı sarılmayı tercih eden Erdoğan daha da sertleşiyor ve kendisine sonsuz biat edenlerden bir ordu kurma yolunda Neo-Osmanlı temasıyla bir Yeni Türkiye naraları atmaya başlıyordu.

Seçtiği yola daha yeni adımını atmışken 17-25 Aralık skandalı patladı.

Mütevazi, mağdur, halktan gelen Recep Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlığının ilk döneminden sonra giderek zenginleşmeye başladığı biliniyor, oğullarının, damadının, akrabalarının, ekibinin, neredeyse tüm AKP kurmaylarının eş dost hısım akrabalarının değişen yaşam tarzları ve büyüyen servetleri gözle görülür bir haldeydi zaten ama en sıkı karşıtları bile bu değirmenin suyunun böylesine kirli olabileceğini tahmin edemiyordu.

"Yiyor ama çalışıyor" diyen cahil ve saf(!) kesim,
Sınırsız biatçılar,
Kendi cebini de dolduranlar,
Elde ettikleri kazanımlarına hatrına susan kesimin dışında,
Yolun başından beri AKP ile birlikte yola çıkan Cemaat'in Mavi Marmara, 7 Şubat ve dersanelerin kapatılma sürecindeki uyarılarından sonra artık AKP ile yollarını ayırdığı 17-25 Aralık, bize AKP'nin tahmin edilenden çok daha karanlık bir oluşum olduğunu gösteriyordu.

Zira bahsi geçen yolsuzluğun boyutu belki de tüm insanlık tarihinin gördüğü en büyüğü idi. Ne ABD Başkanı Nixon'ı koltuğundan eden Watergate skandalı, ne yakın tarihimizdeki İSKİ yolsuzluğu 17-25 Aralık'ta telafuz edilen paraların ve hukuksuzlukların milyonda birine bile yaklaşamayacak durumdaydı.

Başbakanın evindeki milyon euroları sıfırlamaya çalışan oğullar, evdeki evrakları imha etmek için çabalayan damatlar, "Birkaç kuruşum var Baba 1 trilyon falan" diyen Bakan çocukları, 700.000 euroluk kol saati hediye alan Bakanlar, orospunun ve memurun maaşını önceden veren hayırsever iş adamları, "Gerekirse savcıyı da alın" diyen bürokratlar, milletin amına koyma sözü veren iş adamları, "O arazileri bana sormadan kimseye verme" diyerek ihaleleri iptal ettiren Başbakan'ın kirli dünyasında konuşlanmıştı.

Üçüncü dünya ülkelerinde bile ortaya çıkması halinde sorumlulularının siyasi hayatlarını bitirecek, insan içine çıkamayacak duruma getirecek ve kalan hayatlarını hapis olarak sürdürecekleri bu skandalın ardından çok da beklenmeyen bir şey oldu.


Yıllarca aynı davaya baş koyduğu, zamanında "Ben de bu davanın savcısıyım" dediği ve birlikte hareket ettiği yapının ortaya çıkardığı skandal sonrası "Paralel Yapı" kavramı ortaya atıldı ve savcılar görevden uzaklaştırıldı ve Erdoğan'ın son 5-6 yılda kurduğu yapı meyvesini verdi.

Dokunulmazlık zırhından da öteye geçen Erdoğan artık ülkenin tek hakimi, yasaması, yürütmesi ve yargısıydı.

RTE "Paralel Yapı" ismini bulduğu Cemaat'in tüm mensuplarını, artık ne derse desin inanacak kitlesine 'Haşhaşi' olarak lanse ediyor, daha 3 ay önce Türkçe Olimpiyatları'nda "Gel de hasret bitsin" dediği Fethullah Gülen'i teröristbaşı ilan ediyordu. Cemaatin bizzat Erdoğan tarafından devletin en önemli kurumlarına getirilmiş tüm mensupları görevlerinden uzaklaştırılıyor, 28 Şubat sürecinde yaşananları devede kulak bırakacak bir ayrımcılığa uğruyor, savcılar görevden alınıyor, beğenmediği kararı veren hakimler hapse atılıyordu.

Erdoğan'ı bizzat besleyen Cemaat, yarattığı Frankenstein tarafından lağvedilmeye çalışılırken ülkede artık "Hukuk Devleti" ibaresi tamamen rafa kalkıyordu.

Bu çekişme devam ederken Soma'da bir facia ya da bir katliam olarak adlandırabileceğimiz bir olay yaşandı.

301 madencimiz hayatını kaybetti.

Daha önce Uludere'de devletin kendi vatandaşlarını vurmasına "Tazminatı neyse ödedik" diyen Erdoğan, yandaş iş adamlarına seçim dönemlerine yakın kitlesini elde tutmak için yaptığı kömür yardımlarına olanak sağlama amacıyla peşkeş çekilen madenlerdeki işçilerin katledilişini, 1890'larda yaşanan kazalardan örneklerle savunuyor, kendisini protesto eden bir işçiyi yerlerde tekmeleyen danışmanını "Yedirmeyiz" diyerek kanatları altında tutmaya devam ediyordu.


Ardından tarihin en büyük yolsuzluk ve hukuksuzluklarına imza atan Erdoğan'ın tüm yaptıkları yanına kar kalmayacağı gibi bir de ödüllendiriliyor ve ülkenin seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı oluyordu.

Atatürk Orman Çiftliği'ne hukuksuz yollarla, mahkeme kararına karşı yapılan Saray, daha önce Başbakanlık Binası olarak adlandırılmasına karşın, RTE Cumhurbaşkanı olunca Cumhurbaşkanlığı Sarayı oluvermiş ve Erdoğan'ın saltanatının artık bir simgesi haline gelmişti.



Artık Erdoğan dönüşümünü tamamlamıştı.

"Sarayında biraz sakinleşir, durulur" diyenler ise yanılıyordu. Erdoğan artık tam yerini bulmuştu. Devletin tüm kurumları anlamını yitirirken Cumhurbaşkanlığı kurumu da artık sadece bir kelimeden ibaretti. Zira Erdoğan tarafsız olacağına yemin ettiği bu kurumda adeta AKP sözcülüğüne devam ediyor ve neredeyse her gün muhalefete yükleniyordu.

Tüm bunlar yaşanırken içinde yaşadığımız toplum iyice gerildi.

Rüşvet yedikleri, milyon dolarları götürdükleri apaçık belli olan Bakanlar yargılanmaya bile götürülmedi ve aklandı.

Asgari ücretin 900TL olduğu ülkede Bakanların taktığı milyonluk saatler halkın gözünün içine baka baka, sırf ucu Erdoğan'a dokunmasın diye peçete kağıtlarına yazılmış belgelerle(!) yok sayıldı.

En başından beri İslami değerlere sarılan ve halkına inançlı, imanlı biri olduğunu yansıtan Erdoğan'ın döneminde artık İslam sadece kapılar açan bir araca dönüştü.

Biatçılar Erdoğan'ı "Allah'ın tüm sıfatlarını üzerinde toplamış, dokunmanın ibadet olduğu, doğduğu ve yaşadığı şehirlerin kutsal olduğu" biri olarak yansıtmaya başladı. Bu durum "inançlı, imanlı" olduğunu iddia eden Erdoğan'ın tepkisini çekmeyi bir kenara bırakın hoşuna gidiyor, kendisini "Halife, Ortadoğunun Lideri, İslam Aleminin Kahramanı" olarak görmeye başlıyordu.

%99'u Müslüman olduğu iddia edilen toplumun AKP'ci kesimi ise Erdoğan'ı adeta ikinci bir peygamber olarak görüyor, eğer yolsuzluk, hırsızlık, israf, yalan vb. ne günah varsa işlediyse bile bu yolda mübah olarak görüyordu.

Zaten bulunan o paralarla da camiler yapılacak, imam hatipler inşa edilecek, dindar bir nesil yetiştirilecekti.

Her şeyin mübah olduğu "AKP Müslümanlığı" yayılırken, halkın diğer kesimi için "Selamın aleyküm, inşallah maşallah" diyip tüm pislikleri gerçekleştiren bu kesim ve bu kesimi hala savunanlara karşı bir tahammülsüzlük, bir nefret oluşmaya başlamıştı.

Tarım yaptıkları topraklarından rant uğruna madenlere itilen çiftçiler,

İktidarın koruduğu iş adamlarının üç kuruşa köle gibi çalıştırdıkları işçiler,

Kadını ikinci sınıf insan olmaktan da geriye iten sosyal politikalar,

Kadın cinayetleri, tecavüzler ve iyi halden aklanan tecavüzcüler,

Rant uğruna betona dönen şehirler,

İhtiyaçtan önce birilerinin cebini doldurmak için yapılan köprüler, üniversiteler, havaalanları (Haftada 1 uçağın indiği havaalanlarımız mevcut)

4+4+4 gibi pedagoglara, eğitimcilere danışılmadan gökten indirilen eğitim sistemi ve alınan başarısız sonuç,

"Zorunlu Kimya, Fizik, Matematik oluyor da niye din dersi olmasın" gibi bir söylemle ile üniversitelerde fizik, kimya bölümlerinin kapatılmaya gidilen bir bilim yaklaşımı,

"Yasakları kaldırıyoruz" diye iktidara gelip sansür, Twitter, Youtube gibi tüm dünyanın dalga geçtiği yasaklar silsilesi,

"Affedersiniz Ermeni, Rum" gibi ifadeler kullanıp sonra da "Biz Osmanlıyız" diyebilen bir cehalet ile bugünlere geldik.

Erdoğan bu süreçte kendi işlediği suçlara ortak olanları koruduğu yetmiyormuş gibi, Diyanet İşleri Başkanı gibileri de kendi yanına çekerek elini kolunu bağladı, kendisine bağımlı hale getirdi.

Şimdi biliyor ki ona bir şey olursa hepsinin sonu gelecek.

Artık bu ülkenin önünde AKP ya da diğerleri,

İslami değerler ya da gavurluk(!),

Eski ya da Yeni Türkiye gibi seçenekler yok.

Bu seçim net bir şekilde İyi ve Kötü'nün seçimi.

Kendi deyimleriyle AK olan ama neredeyse ülkenin üzerine çalmadık Kara bırakmayan bir partiye evet demenin ya da dememenin seçimi bu.

"Ben oy vermiyorum şekerim"
"Benim için hepsi aynı"
"Onlar yiyor da yerine gelecek yemeyecek mi sanki pehh" diyebileceğiniz romantiklikte bir seçimle karşı karşıya değiliz sevgili sabırlı okuyucular.

Bu seçimde tüm dünya tarihinin gördüğü belki de en karanlık lideri onaylıyor muyuz, onaylamıyor muyuz? Onu seçeceğiz.

Abartmıyorum inanın.

Tek şansımızın dünyaya 50 sene geç gelmiş olduğu bir lider Erdoğan.

2015 yılında ve 90 yıllık kör topal modern bir toplum olma yolunda gitmeye çalışan bir hukuk devletindeyiz. Dolayısıyla 6-7 yılda bu yapıyı ancak bu kadar yıpratabildiler. Daha fazlasını siz onaylayacaksınız.

Abarttığımı, "Öyle olsa sen bu yazıyı yazabilir miydin?" de diyebilirsiniz.

Kaldı ki bu yazıyı yazdıktan sonra başıma bir şey gelmeyeceğinin garantisi de yok.

Ben yolumu ona göre seçtim artık. Çünkü artık nefes alamıyorum. Artık mutlu olamıyorum en mutlu anımda bile.

Artık sokağa çıkmak istemiyorum, hayattan zerre zevk almıyorum.

Çünkü etrafımda adaletsizliğin, hukuksuzluğun, yalancılığın, kötülüğün, cehaletin kutsallaştırıldığı bir ülke görüyorum.

"Havasına, suyuna taşına toprağına" bakıyorum ve memleketimde hapis hayatı yaşıyor gibi hissediyorum.

Dediğim gibi ben yolumu çoktan seçtim.

Umarım birlikte seçeceğimiz yol, kötülerin yanında yürüyeceğimiz bir yol değildir.